Bizim çocukların başı gerçekten büyük belada! Sabrın da, iyi niyetin de sonu göründü. Çocuklarımız için, onlarla birlikte değişmenin, değiştirmenin günü geldi. Bu eylül okullar bir başka açıldı…

Çocukların başı belada

Bu eylül bir tuhaf. “Okullar açıldı!” diye ilk kez sadece yetişkinler sevinmedi. Sesli ifade etmeseler bile çocukların da, gençlerin de “okullar açıldı!” diye sevineceği kimin aklına gelirdi? Yaşam pandeminin öğrettikleriyle sürüyor, sürecek. Acı yüklü pandeminin yeni bir evresine, hazırlıksız, önlemsiz ve ciddi bir nüfus için ne yazık ki hâlâ aşısız geçiyoruz. Daha neler yaşayacağız kim bilir.

Benim işim çocuklar, gençler için çağdaş edebiyat kitapları yayımlamak, naçizane kitaplar yazmak. Otuz yıldır onlar için düşünmekten, üretmekten yılmadım. Ama şu son yıllar bir başka… Ekonomik, siyasi, toplumsal felaketlerin içinde debelenirken yakalandığı pandemiyle hepten dibe vuran bir ülkede çocuklar için umut etmeyi sürdürmek, bunun için çabalamak insanı delirtebilir. Bizim çocukların başı büyük belada! Neden mi?

***

Bu harikulade gezegeni sorumsuzca tüketen insanlığın neden olduğu iklim krizinin, artık geri döndürülmesi olanaksız sonuçlarını yaşamaya mahkûmlar.

Kaynaklarını çarçur edip ülkeyi borç batağına, içinden çıkılmaz darboğazlara sürükleyen ekonomik tercihler yüzünden hızla yoksullaşıyorlar.

Aile içi şiddet yetmiyor; okulda, sokakta, yurtta, kampta fiziksel ve duygusal şiddete uğruyorlar.

Okullarda, bilim ve sanatın sunduğu eşitlik, adalet, barış, onur gibi kavramların yaratıcı özgürlük ortamı yerine zorbalığa, sözde “başarı” endeksine, ayrımcılığa ve rekabete dayalı, tektipleştiren sinsi tuzaklara düşüyorlar.

Töre diye alınıp satılıyorlar; bedenleri en ağır biçimlerde istismar ediliyor, ruhları parçalanıyor.

Öyle görünmezler ki, yaşadığı sokakta koskoca zırhlı araçlar tarafından eziliveriyor ya da vuruluyorlar.

“Su küçüğün söz büyüğün” yaklaşımıyla aşağılanıp susturuluyor, hiçbir konuda söz hakkı kullanamıyorlar.

İki lokma ekmek uğruna çağ dışı koşullarda işçi olarak çalışıyor, iş kazalarında canlarından oluyor, engelli kalıyorlar.

Hizmet için değil, çıkarı için çalışan yöneticilerin arsız talanı yüzünden, yangında, selde, depremde evini, ailesini, gelecek umudunu yitiriyorlar.

Pek çoğu hayatında bir kez bile sanat sergilerine, opera ve baleye, konserlere, tiyatroya, müzelere gitmeden, sanatın benzersiz zenginliklerini tatmadan büyüyor.

Bahçeleri, parkları, oyun alanları, sokakları çoktan ellerinden alındı; apartman dairelerinde mahpus hayatı yaşıyorlar.

Büyük çoğunluğu, ayrılmış ebeveynlerinin akıllara durgunluk veren iletişimsizliğine tanıklık ediyor.

Göçmen ya da sığınmacı yaşıtlarına empati kurmaları değil, öncelikle nefret etmeleri bekleniyor.

Bakkal, market kuyruğunda insan yerine konmadan geriye itiliyor, önlerine geçmek olağan sayılıyor.

Büyükleri (sonuçlarından arada bir şikâyet etseler de) onların sesini kesmek, ortalıkta dolanmalarını engellemek için teknolojik oyuncakları daha küçücükten ellerine tutuşturmakta beis görmüyor.

Mahalledeki okula gitme şansını çoktan yitirdikleri için karanlık sabahlarda kalkıp kaotik bir trafikte saatlerce sürükleniyorlar.

Adaletin, hukukun, barışın, insan haklarının üstünlüğünü savunanların nedensizce hapis yatmasına, düşünce ve ifade özgürlüğünün yerini yalakalığın ve sansürün almasına alıştırılıyorlar.

23 Nisan’larda göstermelik şovlara özne oluyor, kameraların karşısında bile ittirilip kaktırılıyor, kafalarına vurulabiliyor.

Kitapları sadece bilgi alınacak eğitici kaynaklar olarak gören sığ yaklaşımlar sayesinde okumanın özgürleştiren hazzından mahrum kalıyorlar.

Çoğu, sporun dünya barışını önceleyen evrensel gücünü, insanı mutlu ve tamam hissettiren olanaklarını deneyimleyemiyor.

Özellikle 10 yaş altındakilerin toplu taşıma araçlarında oturarak yolculuk etmesinin “terbiyesizlik” olduğu sanılıyor.

Bilimi, bilim insanını, bilimsel düşünceyi her fırsatta karalayan, yok farz eden bağnaz yobazların tahakkümü altında yaşamaya zorlanıyorlar.

Anadilinde konuştuğu, şarkı söylediği için dışlanıyor, aşağılanıyor, hatta saldırıya uğruyorlar.

Derelerini, yaylalarını, ait olduğu doğal yaşamı savunmak zorunda bırakılan insanların direnişini anlamaya çalışıyorlar.

Sevgili öğretmenlerinin ilerici fikirleri nedeniyle suçlanmasına, işini kaybetmesine, üzüntüden kalp krizi geçirip ölüvermesine tanık oluyorlar.

Engelli olanların çok azı engelsizlerle eşit eğitim, sağlık, ulaşım, sosyal yaşam hakkını kullanabiliyor.

Koklamaya doyamadıkları ablalarının, kardeşlerinin, annelerinin, teyzelerinin tecavüze uğramasını, hunharca katledilmesini, zanlılarınsa serbestçe dolaşmasını izliyorlar.

Çarpık kentsel dokularda, sanatsal estetikten, doğanın güzelliklerinden uzakta büyüyorlar.

Ailelerinin daha çok kazanmak uğruna vazgeçtiği, artık umursamadığı en temel insani değerleri neredeyse hiç hatırlamıyorlar.

Down sendromlu ya da otizmli arkadaşlarının sınıftan, hatta okuldan “atılması” için uğraşan ailelerinin utancını taşıyorlar.

Sağlıklı beslenme, anadilinde eğitim, çok renkli okuma kültürü, çağdaş kütüphaneler, özgür medya gibi en doğal haklarının ve acil ihtiyaçlarının farkında bile değiller.

Definecilerin kuruttuğu gölleri, av turizminin vahşetini, madencilik adına imha edilen eşsiz habitatı kanıksamak üzereler.

Evlerinde, odalarında, hatta okulda bile yapayalnızlar. Gerçek duygu ve düşüncelerini dile dökemiyor, ne büyükleriyle ne de akranlarıyla paylaşamıyorlar.

Hakkını aramanın suç, hakkını arayanların suçlu olduğunu sansınlar, buna inanarak “uslu” yaşasınlar isteniyor.

Yaşamın paradan puldan ibaret olduğuna inandırılıyor, hayallerinin peşinden tutkuyla koşmanın, çok çalışarak başarmanın sihrine kapılmaktan uzaklaşıyorlar.

Her geçen gün daha az şefkat, merhamet görüyor, daha az affediliyorlar. Sadece baklava çaldığı için hapis yatan çocuklarımız var bizim!

***

Dedim ya, bizim çocukların başı gerçekten büyük belada! Sabrın da, iyi niyetin de sonu göründü. Çocuklarımız için, onlarla birlikte değişmenin, değiştirmenin günü geldi.

Bu eylül okullar bir başka açıldı…