DUYGU TANIŞ ZAFEROĞLU …Yaşasaydın, hayatının ortasınaGüller yığan bir adam olsun isterdim babam.Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim.Ölü mısır tarlaları hışırdıyorduVe kalbimde çıngıraklı yılan sürüleridiye başlayan bir çocuk romanında…Şalına sarınırdın, toprağa sarınır gibiErken öleceğini biliyordum bana bırakmak için,bu acımasız ölü anne sesini… ‘Annemle İlgili Şeyler’ – Didem Madak Didem Madak o güzelim şiiri ‘Annemle İlgili […]

Çocukların suçlu hissetmeden büyüyeceği bir dünya mümkün mü?
DUYGU TANIŞ ZAFEROĞLU

…Yaşasaydın, hayatının ortasına
Güller yığan bir adam olsun isterdim babam.
Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim.
Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu
Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri
diye başlayan bir çocuk romanında…
Şalına sarınırdın, toprağa sarınır gibi
Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için,
bu acımasız ölü anne sesini…

‘Annemle İlgili Şeyler’ – Didem Madak

Didem Madak o güzelim şiiri ‘Annemle İlgili Şeyler’in sonuna bir not düşer, notta “Artık bütün üzgün oluşlarımın adı: Anne” der. Bir dönüm noktasıdır annesinin ölümü, tüm şiirlerinin üstünde bir gölge gibi salınır; öksüzlüğü üzgün oluşlarının bütünüdür. “Senin şarkıların aç kuşlara buğday saçardı” der annesi için, özlemini o kadar yalın anlatır ki okuyan herkes hayatına dair bir terkedilmişlik bulur bu şiirde. Yalnız bu şiirinde değil, tüm şiirlerinde annesizliğin izlerini görürüz; çocuk yaşta yitirdiği annesinin yokluğu onu çocuklukla kadınlık arası bir yere hapseder.

Hatice Meryem

Hatice Meryem de, son kitabı ‘Yetim’de tüm dünyayı karşısına alan, yetimliği terkedilmişliğinden gelen hüzünlü, yalnız ve mutlu olmayı hak etmediğine inanmış bir kız çocuğunun hayatını; çocukluktan yetişkinliğe geçisinin sancılı evrimini anlatıyor bize. Kahramanımız anne babası boşanınca zenginlere mahsus modern bir yetimhane olan özel bir yatılı okula terkediliyor önce; orada yaşamanın yolunu bulamayınca da yoksulluğun orta yerinde yaşayan babaannenin evine. Zenginlikten yoksulluğa doğru uzansa da hikâye onun çok ötesinde; yalnız bir çocuğun hayatın orta yerinde nasıl da iyilikle kötülük arasında savrulduğuna tanık oluyoruz. Önceleri ‘yetim’ haftasonları başkalarının evlerinde yuva arayışına giriyor annesiyle, daha sonra bir yuva buluyor ‘bıyıklı’ kadın- babaannede ama annesi olmadığı için o ev hiçbir zaman yuva olmuyor ona. Anne arada bir gösterse de kendini, özlemini giderecek kadar şefkat gösteremiyor, sokulamıyor hiçbir zaman. Roman ilerledikçe babaannenin şefkatininse ‘yetim’i nasıl hırçınlaştırdığına tanık oluyoruz. Yetişkinlerin dünyası ile çocukların dünyasının aslında birbirinden ne kadar farklı olduğunu gösteriyor bize Meryem; merhamet, acıma, şefkat içeren cümleler bir çocuk için küfre dönüşebiliyor yolda. Bir yetişkin olarak empati kurduğumuz babaannenin iyi niyetine her ne kadar biz inansak da, bu iyi niyet ‘yetim’i öfkelendirmekten öteye gidemiyor hiçbir zaman.

Ağlayan Çocuk’tan Yetime

Meryem sanki tüm bu hikâyeden daha fazlasını anlatmak istiyor, yetimliği ve hatta öksüzlüğü bir yaşam biçimi, modern zamanın bir laneti olarak okuyor. Nurdan Gürbilek, garibanların kahramanı ‘Ağlayan Çocuk’ simgesini “…masum olduğu halde mağdur olmuşluğun, suçsuz yere cezalandırılmışlığın, adil olmayan bir yasanın kurbanı olma(nın)…” şeklinde tanımlar.[1] ‘Yetim’ de benzer şekilde mağduriyetin, kendinden büyük, kapsayıcı bir kötülüğün kurbanı olarak karşımıza çıkıyor, bir var oluş; aynı zamanda bir yok oluş halinin yansıması olarak. Bu açıdan bir neden ve sonuç olarak yetimliği betimleyen aidiyetsizlik, yabancılaşma, kimlik bunalımı, yalnızlaşma romanda sık sık karşımıza çıkıyor. ‘Yetim’ roman boyunca sürekli savunmada olduğu için kendisiyle baş başa kalma durumunda tatmin olmayıp kendisine de yabancılaşıyor; ‘var kalma’ dürtüsüyle en iyi savunma saldırıdır diyerek mevcut düzene, yabancılaştığı okula/eve saldırarak ezilmeme yolunu seçiyor, kendini korumak için ‘diğerleri’ne saldırıyor ama nihayetinde en çok kendisine zarar veriyor.

Zengin bir okulda başlayan h ikâye yoksul bir gecekondu mahallesinde son buluyor. Burası aslında Meryem’in de kendini en rahat ifade ettiği yerlerden birisi.

Önceki eserlerinde de benzer arka planları kullanan yazar, kadınlık ve/veya yoksulluk hallerine oldukça hâkim ve fakat bu hâkimiyeti mütevazı ve yalın bir dille anlatma konusunda oldukça mahir. Kaybedenler, yoksullar, dışlanmışlar; anti-kahramanlar Meryem’in oldukça güçlü gözlem gücünü layıkıyla yansıtıyorlar. Ama her şeyden önce farklı yaş, sınıf ve sınırlardan kadınlar erkek egemen edebiyat dünyasında kendilerini başrol olarak bulma fırsatına sahip olabiliyorlar.

Doğru ya da yanlış yargılarından sıyrılan Hatice Meryem romanlarının hâkim rengi gri.

Mutlak iyi ve mutlak kötünün ortasında kalan kahramanları her gün karşılaştığımız ne iyi ne kötü; hem iyi hem kötü insanlar aslında. ‘Yetim’ kahramanımız da zaten zenginden de yoksuldan da eşit derecede nefret ediyor; iki uç da öfkelendiriyor onu. İki uca da ait hissetmiyor kendisini, aslında tek istediği iyiyle kötünün, zenginle yoksulun, güzelle çirkinin arasındaki sınırları kaldırmak. ‘Yetim’ herhangi bir uçta duran kurban olmaktan kurtulmak için gri kalabalıktan olmak istiyor, hırçınlığı da bundan.

İnsan dert edindikleriyle bakıyorsa yaşadığı dünyaya, Hatice Meryem’in insanın insana uzaklığını, sosyal adaletsizliği, eşitsizliği dert edindiğini söyleyebiliriz. Özel alan ile kamusal alan arasında olduğu ‘var sayılan’ ayrımı yerle bir ederek kişisel olanın politik olduğunu da gösteriyor; ‘Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun’da karıyla koca arasına, ‘Aklımdaki Yılan’da anne-çocuk arasına, ‘İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar’da komşu kadınların, gelin-kaynananın arasına girmekten çekinmiyor.  Çünkü eşitsizlik tam da umursamaz bir tavırla kafamızı çevirdiğimiz anda o evlerde, o ilişkilerde başlıyor.

Yetim, Hatice Meryem külliyatında hüznüyle şimdiden ayrı bir yer tutuyor. ‘Yetim’, anne, babaanne; hepsinin sesi farklı ama tanıdık. Büyüme sanıcısını unutamayan, annesi ve/veya babası hayattayken -ve en çok da belki onlar hayattayken- bile yetim kalabilen, iyilikle kötülük arasında sıkışıp kalan ve ne iyi ne kötü olabilen tüm kadınların kendilerinden çok şey bulabileceği sesler bunlar.

Başka bir dünya mümkün!

En nihayetinde romanın sonunda ‘Yetim’, “insanın içindeki iyiliğin kötülüğe galebe çalacağı, zenginle yoksulun bir olacağı, genç yaşlı bıyıklı ya da bıyıksız hiçbir kadının öldürülmeyeceği, çocukların ölüm korkusu yaşamayacağı ve kendilerini suçlu hissetmeden büyüyeceği bir dünya” mümkün mü diye soruyor. Biz de Hatice Meryem’e soralım o zaman: Mümkün olduğuna inanmadan yaşamak mümkün mü sevgili Meryem?

[1] Gürbilek, N. (2001) Kötü Çocuk Türk, Metis Yayınları, sf.39