İrlandalı topraksız köylüler, işledikleri topraklara ödedikleri kiraları azaltmak ve bu topraklar üzerindeki haklarını arttırmak için ortada olmayan toprak sahipleri yerine başlarında bulunan yönetici Charles Boycott’u çaresiz bırakacak eylemlere giriştiler

İrlandalı topraksız köylüler, işledikleri topraklara ödedikleri kiraları azaltmak ve bu topraklar üzerindeki haklarını arttırmak için ortada olmayan toprak sahipleri yerine başlarında bulunan yönetici Charles Boycott’u çaresiz bırakacak eylemlere giriştiler. Bu eylemler Charles Boycott’un hasat dahil herhangi bir şekilde gündelik işlerini gerçekleştirmesini imkansız kılıyordu. Neticede bu siyasi iktidarın bir egemenlik sorunu haline geldi. 500 poundluk ürün, Birleşik Krallık hükümetine yaklaşık olarak 10.000 pounda mal olarak hasat edildi. Ve şüphesiz bu eylemleri örgütleyen İrlanda köylüleri ve İrlanda Toprak Ligi bu yapıp ettiklerinin daha sonra “boykot etmek” olarak adlandırılacak etkin bir eylem biçimi olacağını öngörmediler.
Memleketimiz kamuoyunun bir güç olarak ortaya çıktığı ilk günlerden bu yana boykot hareketlerini pek yakından takip etti ve o günden bu güne geniş bir boykot geleneği oluşturdu. Sol kamuoyunda boykotun sık sık seçimlerden-işçi ve öğrenci mücadelelerine dek çeşitli bağlamlarda telaffuz edildiğine tanık olduk oluyoruz. Ancak çoğunlukla bu telaffuz geleneğin hakkını vermekten epey uzak. Boykot gibi etkin bir silahı kullanma arzusunu anlamak mümkün. Fakat aynı silahı masaya koyduğunuzda size de vurabileceğini bilerek yapılmalı bu. Zira yapamadığınızda kendi iflasınızı da bizzat kendiniz ilan etmiş oluyorsunuz.
Evet sözü cumhurbaşkanlığındaki boykot tavrına getirmek istiyorum. Boykotu telaffuz edenler çoğunlukla seçimin gayri meşruluğu ve anti demokratikliğine dayandırıyorlar tavırlarını. Ancak bu noktada birkaç soru açıkta kalmıyor mu? Gayri meşruluk ve anti-demokratiklik son bir ayda karşımıza çıkan bir durum değil. Diğer seçimlerde gösterilmeyen tavır neden bu seçimde gösterilsin? Hele ki seçimlerin anti-demokratikliğini ve gayri meşruluğunu ortaya serecek etkili bir faaliyet yürütememişken. Doğrudan demokrasi pratiklerinin ortaya serildiği, halkın kendi adaylarının çıkarıldığı bir süreç işleterek bir seçenek oluşturulmuş değil. Böyle bir süreçten geçerek gelen bir adayın, gerçek bir adayın, aday gösterilemediği süreçte boykot gerçek bir seçenek olabilirdi. Ya da seçim sandıklarını yakabilecek ve bunun sonuçlarını kaldırabilecek bir güçte olduğumuzda. Kısaca demem o ki, boykot zor bir tavırdır. Ben sandığa gitmiyorum “ilk turda bu ikinci turda şu beldedeyim” ciddiyetsizliği ile yürütülemeyecek kadar ciddi. Mevzubahis olan bir mal, bir marka ise serbest piyasa ekonomisi içinde bir şey almaya ikna etmek kadar almamaya ikna etmek de gereklidir. Üstelik bunu bir politik tutum olarak inşa etmek zorunluluğu da cabası. Seçim mevzu bahisse de aynı zorluk ortada durmaktadır. Oy vereceklere oy vermemek için etkin bir neden yaratmak gerekir. Bu nedeni yaratmak da yetmez üstelik. Bu nedeni başkalarını ikna etmek noktasında harekete geçirebilecek kadar güçlü hale getirmek gerekir. Bu en az bir adaya çalışmak kadar zordur. İşte bu yüzden aynı sebepler senelerdir ortada dururken seçime otuz gün kala aklın başa gelmesinde bir sıkıntı var. “Adaylar ve süreç şu ana kadar belli olmamıştı ki” ise bu sıkıntıyı açıklayacak bir bahane değildir. Zira iki adayın da uzun süredir adı ortalıkta telaffuz edilmektedir. Buradaki sürpriz isim CHP-MHP adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’dur. Sorun CHP’nin adayının bugüne dek belli olmayışı ise, halkın yüzde 90’lık katılım oranları ile sandığa koştuğu şu durumda, adeta bir plebisite yürür, rejim bu yolla değişirken, boykot diyerek en sistem dışı, en “radikal” tutumu aldıkları kanaatinde olanların, bu parlamentarizm eleştirisinin CHP’den beklentilerini sorgulamak herhalde haktır.
Açıktır ki seçilenlerin arasında bir seçim yapacağız. RTE’nin de, İhsanoğlu’nun da adaylığının bırakınız toplumu, kendi partileri açısından bile demokratik bir yanı yoktur. Böyle bir arayışa ihtiyaçları da yoktur. Dolayısıyla bunun çok fazla tartışılacak yanı yok.
Kürt hareketi ise bu iki adayın temsil ettiği politik tutumlar ile kıyaslama götüremez bir noktada durmaktadır. Ancak aday belirlerken Kürt hareketinin de öncelikli kısıtı seçmenini konsolide etme ihtiyacı olmuştur. Kürt hareketi açısından HDP’nin Türkiye’nin partisi olmadan önce kendi seçmenine benimsetilmesi en büyük sorun olarak karşısında durmaktaydı. Bu seçmenin ikinci tercihinin de CHP, hele ki MHP ile ittifak halindeki bir CHP, olmayacağı da ortadaydı. Dolayısıyla Kürt hareketi hem büyük şehirlerde AKP’ye yönelmiş Kürt oylarını geri çağıracak (ki bu noktada seçmen memnuniyeti en yüksek kesimden bahsediyoruz) hem de bölgedeki oylarında gerileme değil ilerleme getirecek bir adayda ısrar etti. Bu adayı belirlerken CHP’nin adayının ortaya çıkmasıyla umutsuzluğa düşmüş kesimlerden sosyalistlere kadar pek çok kesim ile ortak bir adaya belirleme konusunda toplantılar gerçekleştirdi. Bu toplantılarda ortak bir adayda, yahut aday belirleme yönteminde ortaklaşılamadı. Ne de HDP kendi adayının gerekçesini bu kesimlerle etkili bir şekilde paylaşılabildi. Kaçırılmış bir fırsat.
Son olarak, HDP ikinci turda boykot pazarlığı yapacak mıdır? Yapabilir. Ancak bu pazarlığın yalnız bu seçimlerde alınan oyun değil, 30 yılı aşkın çok ağır bir mücadelenin de sonucu olduğunu görelim. Hem memleketin hem de Ortadoğu’nun şekillenmesi açısından önemli olacak başka bir adım atmasını isteriz elbette. Ancak tüm bunlar hala Demirtaş’ın adaylığının RTE’nin ilk turda kazanmasının önündeki en önemli engel olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İşte bütün bunlar yüzünden, HDP ye olan eleştirilerimiz saklı kalmak üzere, çok önemi var mı bilmiyorum ama, memlekette yüzde biri bile bulmayan azınlığın bir ferdi olarak benim oyum da, tıpkı eşbaşkanımız Alper Taş gibi ilk turda Selahattin Demirtaş’a.