Ayhan Koç üçüncü romanı Cümle Göğün Mavisi’nde konu itibariyle daha net, daha açık, daha sert olmayı tercih ederek, heyecan verici kurgusuyla da baştan sona hikâyeden kopmamamızı sağlıyor.

‘Cümle Göğün Mavisi’nde alacakaranlık

AYNUR KULAK

Ayhan Koç bir kez daha okuyucularıyla buluştu. Yeni çıkan kıtabı 'Cümle Göğün Mavisi' için "En sert romanım oldu" diyor. Kendisiyle yeni kitabı odağında gerçekleştirdiğimiz söyleşi için buyurun lütfen.

► Edebiyatla ilk temasınız ne zaman başladı? İlk olarak ne zaman hangi kitap veya kitaplar sizi etkilemeye başladı?
Çocukluğum geniş bir ailede geçti. Anne babası boşanmış bir çocuktum. Kardeşim olmadığı için yalnızdım, utangaçtım, hep evdeydim ve kendime meşgale arıyordum. İlk okuduğum kitap ya gayrimüslim bir komşumuzun hediye ettiği İncil’dir ya da annemin çocukluğundan miras Pal Sokağı Çocukları. Şansıma dayım bir yayınevinde işe girdi. Her ay eve rastgele kitap getiriyordu. Böyle Buyurdu Zerdüşt’ten tutun Madame Bovary’e, Gülün Adı’ndan Bukowski kitaplarına yığınla kitap. Çocukluğumun en saçma sapan travmalarından biri Josef K’nın neden duruşmaya çağrıldığını kavrayamamamdı. Gerçi benim için bir şey değişmedi, şimdi de gazetecilerin siyasetçilerin neden tutuklandığına mantıklı bir cevap arayıp bulamıyorum.

► 2017’de yayınlanan ilk romanınız Sırlıçeşme ve 2018’de yayımlanan öykü kitabınız Kara Havadisler Kervanı’ndan bugüne nasıl bir dönem geçti, neler değişti? Ve Cümle Göğün Mavisi nasıl bir yolculuğun sonunda yazıldı?
Bundan dört beş yıl önce ha bire yayınevlerine dosya bırakan, her gün e-posta adresini yoklayan bir yazar adayıydım. Kitabım yayımlanınca sanırım bazı şeylerin değişeceğine ve kendimi ispatlayacağıma inanıyordum. Hataymış. Şu an üç kitabı yayımlanmış, bir kitabı ödül almış bir yazarım, oysa benim için değişen bir şey yok. Kuşkusuz yayınevimin beni yayımlamaya değer görmesi, beni hiç tanımayan insanların birkaç günlüğüne hayal dünyamın içinde yol alması, övgüler ve işe yarar geri dönüşler almak ya da sizin onca yazar varken benimle röportaj yapmanız çok güzel bir şey ama artık şunu biliyorum ki yazarlık yalnızlık demekmiş. Cümle Göğün Mavisi’ni seleflerinden ayıran en önemli fark, ilk iki kitabın yazarından bir nebze daha olgun, daha az beklentiye sahip ve daha az hırçın bir adam tarafından yazılmış olması. Fakat ne gariptir ki en sert romanım da Cümle Göğün Mavisi oldu.

► Kitabın başkarakteri Fevzi bir gazeteci. Bir yolsuzluk dosyası haberi yapıyor ve bundan sonrası Fevzi için kâbusa dönüşüyor. Her an tutuklanma korkusuyla Fevzi’nin geçirdiği üç güne şahitlik ediyoruz. Gündemden düşmeyen gazetecilik konusu, toplumsal travmalar ve bunun sonucunda bireysel mutsuzluklar değişmeyecek mi? Nerede tıkanıyoruz?
Tarihe objektif gözle bakmadığımız, ideolojik körlüğümüzü yenmediğimiz, kendimize yakın bulduğumuz liderler, partiler ve yönetimlerin doğruları kadar yanlışlarını kabul edip ayıplarımız ve hatalarımızla yüzleşmediğimiz müddetçe, merhum bir akrabamın dediği üzere, Türkiye’de tarih bozuk plak gibi tekrar etmeye mahkûm. Herhangi bir gazeteciye “Hangi dönemde gazeteci olmak istersiniz?” diye sorun, tarihe tarafsız gözle bakan biriyse vereceği en olası cevap “Hiçbir dönem” olacaktır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu gibi Türkiye Cumhuriyeti de mutlakiyetçidir. Demokrasi, insan hakları, seçme ve seçilme hakkı ve benzeri nitelikleri kâğıt üzerindedir ve hep öyleydi. Devletimizin bariz özelliği sızılmadık boşluk bırakmamak, her konuda son söz sahibi olmak, her meselede gücünü, varlığını ve otoritesini sergilemektir. Böyle bir devlette Batı'daki basın özgürlüğü ve bilgi edinme hakkı gibi temel hakların zırva olarak görüleceği ve işlevsiz bırakılacağı çok açık.

► Romanda tam da haber yapıldıktan sonraki sürece şahitlik ediyoruz. Bir haber yapılabilir ama sonraki sürecin kâbusa dönüşmesi mümkündür, her şey olabilir noktasına mı dikkat çekmek istediniz?
Doğrudur, roman yolsuzluk haberinin çıkmasından tam bir gün sonrasında başlıyor. Amacım Fevzi ve Sermet’in yolsuzluk haberini çıkarma sürecini veya gazeteci olmanın ne demek olduğunu okura aktaran ve basın özgürlüğünü vurgulayan bir metin yaratmak değildi. Hükümetin işine gelmeyen bir haber yaptığı için gözaltına alınacağından emin olan bir adamın iç dünyasına sızmaktı. Kaldı ki gördüğümüz kadarıyla ne Fevzi ne Sermet öyle cesur - kararlı bir gazeteci profili çiziyor. Başkahramana odaklanırsak, öğrenilmiş çaresizlik yaşayan ve görünen o ki Türkiye’ye dair umut beslemeyen gazeteci - yazar Fevzi’yi bu yolsuzluk dosyasının altına imza atmaya iten sebebe kafa yoruyoruz. Çok geçmeden hikâyenin asıl dramatik kırılmasının yolsuzluk haberinden de önce, karısı tarafından aldatıldığını öğrendiği an yaşandığını anlıyoruz. Romanın ele aldığı üç gün boyunca tüm inancını yitirmiş bir adamın travmalarıyla, başarısızlıklarıyla ve kusurlarıyla yüzleşmesine tanık oluyoruz. Mesela neden yazarlığı bırakıp gazeteciye dönüştüğünü öğreniyoruz yahut eşine duyduğu sevginin temellerinde yatan ödipal etkenleri fark ediyoruz. Cümle Göğün Mavisi’ni yazarken çeşitli okumalara açık olması kaydıyla ilerledim. Yalnız hangi perspektiften bakarsak bakalım en temelde hiçbir şeye intibak edemeyen, olmamış, olamamış bir adamın hikâyesi bu.

► Romanda bahsedilen, göçmenlik, mültecilik, çocuk yaşta evlilik, kız çocuğu olarak okuma yazmayı henüz öğrenmiş olma konularını ayrıca konuşmak gerekiyor. Bir gün bu konuların çözülebileceğini düşünüyor musunuz?
Evet düşünüyorum, bir gün mutlaka ama biz o günleri görebilecek miyiz, emin değilim.

► Toplumsal hafızamız gereksiz o kadar çok şeyle dolu ki, başımızı yukarı çevirip göğün mavisine bakamıyoruz. Fevzi de bakamıyor. Toplumsal hafızamız verimli bir iyileşme yaşayabilecek mi ilerde? Gerçek anlamda bireyselleşebilecek miyiz?
Dünyada Post-Truth meselesi epeydir yazılıp tartışılıyor. Oysa popülist iktidar başlığı gibi bu konuda da dünya ülkelerine nal toplatır durumdayız. Türkiye’de hakikat ile yalan çoktandır iç içe geçmiş durumda. Siyaset bilimcimiz Lozan’ın gizli maddeleri olduğuna inanıyor, tarihçimiz İkinci Abdülhamit’in iktidarı boyunca hiç toprak kaybetmediğini iddia ediyor, biyoloji öğrencimiz evrimin yalan olduğunu öne sürebiliyor. Sosyal medyanın bu karmaşaya katkısı göz ardı edilemez. Kendi halinde bir yazar olarak bu konularda nasıl bir reçete sunabilirim kuşkum var. Bakmayın öyle geniş zaman kipli cümleler kurduğuma; anlattığım şeyler biraz okuyan, biraz dünyayı ve tarihi bilen herkese malumu ilam gelecektir. Muhakkak bireyselleşebilmek, ek olarak sonlu birer varoluş olduğumuzun ayırdına varıp dünyaya ve yaşadığımız ülkeye sağduyuyla bakmak gerek. Demokrasi ile temel hak ve hürriyetlerin yalnız bizim için değil herkes için geçerli olduğunu kavramak iyi olurdu sanki. Ne var ki bunlar da kulağa hoş gelen bir retorikten ibaret. İnsanlara umut satmak istemiyorum. Dürüst olmak gerekirse çözümün ne olduğunu bilmiyorum. Belki de ilk adım budur. Sorunlarımızdan nasıl kurtulacağımızı bilmediğimizi kendimize itiraf edebilmek.