Bütün sonuçlarına ve etkilerine karşın devlet seviyesinde görmezden gelinen 'zorunlu göç' olgusu, bugün hâlâ Türkiye'nin en acil sorun odaklarından biri olarak görülmüyor. TESEV'in sempozyumu bu 'aydınlanmayı' başlatabildi mi, zamanla göreceğiz

TESEV Sempozyumu vesilesiyle ' zorunlu göç 2: Daha kötü koşullara 'dönülür' mü?

BERNA AKKIYAL
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV)'nın, 4-5 Aralık 2006 tarihlerinde İstanbul'da düzenlediği "Türkiye'de ve Dünyada Yerinden Edilme: Uluslararası İlkeler, Deneyimler ve Çözüm Önerileri" başlıklı sempozyumun önemli yönlerinden biri, zorunlu göç konusunda dünya çapında gerçekleştirilen iyi örneklerin sunulması ve Türkiye'de sorunun ele alınmasına, daha önemlisi, çözümüne yönelik farklı model taslaklarının gözden geçirilmesi oldu. Dünyada yerinden edilme sorununun, bu alanda çalışan uluslararası kuruluşlar tarafından nasıl değerlendirildiğine, ne tür çözüm önerilerinde bulunulduğuna ve Türkiye'de devlet ve sivil toplum seviyesinde ne tür çabalar harcandığına ilişkin bilgiyi konferansta yürütülen tartışmalarla birlikte ele almak bütüncül bir bakış sağlayacaktır.

ÇÖZÜM İÇİN NELER YAPILIYOR?
Dünyada sorunun çözümüne yönelik olarak atılan en önemli adım,'yol gösterici ilkeler'in uluslararası ölçekte uygulamaya sokulma çabasıdır diyebiliriz. Fakat bu ilkelerin herhangi bir yaptırımı olmadığını da hatırda tutmak gerekiyor. Bu ilkelere göre; kişilerin evlerine dönmeleri veya yerlerinden ayrıldıktan sonra gittikleri bölgede ya da ülkenin başka bir yerinde yeniden yerleşmeleri durumunda yerinden edilme sorunu çözülmüş sayılıyor. Esas olarak görülen "yerinden edilen grupların bıraktıkları yaşam alanlarına geri dönmesi" kuralı elbette tek başına bir çözüm olmuyor. Bu kişilerin bıraktıkları koşullara ya da daha olumsuz koşullara sahip olacakları halde geri dönmeleri zaten mümkün görünmüyor. TESEV konferansında dünyaya ilişkin verilen örnekler bu sorunun altını çizer nitelikteydi. Örneğin, Geogetown Üniversitesi'nden sempozyuma katılan Patricia Weiss Fagen, bazı durumlarda, yerinden edilmiş gruplarda cinsiyete bağlı olarak farklı tutumlar alınabildiğini belirtti ve kadınların zaman zaman, yeni yerleştikleri bölgeleri terk etmek istemediklerini, bunun sebebinin de geride bırakılan koşulların olumsuzluğu olduğunu vurguladı. Türkiye örneğinde de, özellikle sempozyumda söz alan yerinden edilmiş grupların temsilcileri ve STK üyeleri, yerinden edilmiş Kürt topluluğunun, geri dönüp olumlu koşullara kavuşma garantisi almadan bıraktığı yaşam alanlarına dönmeye istekli olamayacağını üstüne basarak belirttiler. Bu noktada dile getirilen gereklilik, elbette yeniden yapılanma/ değişim/rehabilitasyon sürecinin yaratılması oldu.

DEVLETİN ATTIĞI İLK ADIMLAR
Türkiye'de olumlu müdahale anlamında neler yapıldı, neler hedeflendi? İlk adım TBMM araştırma komisyonunun 1997 yılında hazırladığı rapor oldu. Raporda, insanların göçe zorlanmasının bazı anayasal hakların ihlali anlamına geldiği belirtiliyordu. Çatışmalar sırasında Irak'a kaçan 12 bin kişi, sorunu uluslararası boyuta taşıdı. Bugün kaçan kişilerin 2600'ü Türkiye'ye dönmüş durumda. 1999 yılında AB adaylığının kabulünden sonra uluslararası yardımların ve uzman görüşlerinin kabul edilmesi önemli bir adım oldu. 2002 yılında BM Özel Temsilcisi Francis Deng, sorun hakkında birlikte çalışmak amacıyla Türkiye'ye davet edildi. TESEV'in düzenlediği sempozyumun hem açılış hem de kapanış konuşmalarını yapan Deng, önemli mesajlar verdi. 1990'ların sonlarında devletin, yerinden edilme sorununun varlığını dahi kabul etmediğini belirten Deng, bugün etkili bir diyalog ortamının yaratılmış olduğunu ve devletin tavrını önemli ölçüde değiştirdiğini belirtti ve atılması gereken adımları sıraladı. BM Özel Temsilcisi'ne göre, devletlerin mutlaka sorunları tanımalarının sağlanması, uluslararası kuruluşların ya da yardımda bulunabilecek bütün birimlerin sorunun çözümü için davet edilmeleri, insanların bıraktıkları yaşam alanlarına döndüklerinde daha iyi koşullara kavuşturulmaları, yapılan bilimsel araştırmalarda yerinden edilmiş grupların ve kişilerin katılımının mutlaka sağlanması gerekiyor. Bugün Deng'in belirttiği adımlar kısmen atılmış olsa da, toplumsal uzlaşımın ve geri dönüşün önünde önemli engeller bulunuyor. Örneğin sempozyumun katılımcılarından Mihdi Perinçek, yerinden edilen halkın geri dönme konusundaki önemli çekincelerinden birinin, korucuların bölgede sahip oldukları gücü kötüye kullanmaları ve çok sayıda insan hakkı ihlaline karışmaları olduğunu belirtti. Mayınsız Bir Türkiye Girişi adına söz alan Muteber Öğreten ise, halkın geri dönmesini engelleyen sebeplerden birinin bölgede yoğun biçimde bulunan kontrolsüz mayınlar olduğunu ve bu potansiyel tehlikenin yerinden edilen toplulukları yıldırdığını ifade etti. Bunun yanında, varolan en büyük engel yine de devletin 'gerçekle yüzleşme'ye direnen tavrı. Çıkarılan yasalarda bile, sorunun ortaya konması açısından aksayan yönler bulunuyor. Yerinden edilme olgusunun Türkiye'de hangi tarihten itibaren ve hangi koşullar altında ortaya çıktığının açık ve gerçekçi biçimde ortaya konması ise, çözüm üretilebilmesi için kaçınılmaz bir şart.

ÇÖZÜME YÖNELİK ÇABALAR
2002 yılından itibaren uluslararası uzman görüşlerine ve yardıma açılan Türkiye'deki yerinden edilme sorunu, Türkiye'deki STK'ların ve akademik birimlerin de katılımıyla geniş bir çalışma alanına dönüştü.

Sorunun tespitinde ve çözümünde Avrupa Konseyi, BM ve AB'nin tutumlarına göz atarsak; AB'nin geri dönüşte, etnik kökenli vatandaşların siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik haklarının korunmasını ön plana çıkararak, bölgedeki halka sunulan hakların ve bölgesel kalkınmanın ilerlemesini vurguladığını görüyoruz. BM bunu reddetmese de yerinden edilme sorununu bir "iç sorun" olarak niteliyor ve devletin egemenlik hakları ile bağlantılı olarak ele alıyor.

Bunun dışında yerinden edilme sorununu yakından izleyen İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) ve Kürt İnsan Hakları Projesi (KİHP), yerinden edilme sorununun siyasal boyutunu görmezden gelen AB ve BM'nin aksine mağdurların Kürt kimliklerine vurgu yaparak sorunun bir siyasal boyutunu gerektiği biçimde ortaya koydular. Konuyla ilgilenen bir başka uluslararası kurum da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) oldu. Fakat AİHM'nin verdiği tazminat kararları ya da mağdurların lehine sonuçlanan davalar, yerinden edilme sorununun siyasal niteliğinin kabulünü getirmemiş, ele alınan sorunlar münferit hak ihlalleri olarak incelenmiş durumda. Bu tavrın, yerinden edilme konusunun çözümüne yönelik bir katkısının bulunduğunu ise söylemek zor.

Son olarak, Türkiye'de faaliyet gösteren akademik birimlerin ve STK'ların yaptıkları alan araştırmaların ve hazırladıkları raporların, sorunun tespitine ve ortadan kaldırılmasına yönelik katkısından söz etmek gerekiyor. Bu çalışmaların sahip olduğu "içerden bakışın" tespit ettiği en önemli hususlardan biri, 1990'lardan itibaren yaşanan yerinden edilme olgusunun bir kırsal alan sorunu değil, kentsel bir sorun olduğu gerçeği. Yerinden edilme pratiğinin yol açtığı kalıcı sosyolojik süreçlerin, Türkiye toplumunun tamamını etkilediğini kabul etmemek şu noktada mümkün görünmüyor. Yerlerinden edilen toplulukların kent yoksulları arasında yer almaları, kadınların ve çocukların emek sürecine zorunlu katılımları, bu toplulukların sağlık hizmetlerinden mahrum kalmaları, göçe ve ani kentleşmeye bağlı sağlık ve altyapı sorunlarını yerinden edilme olgusundan ayrı olarak düşünmenin artık olanak dışı olduğunu söyleyebiliriz.

Sempozyumdan önemli notlar
TAUN SUCUYAN
Uluslararası topluma yönelik eleştiriler
John Hopkins Üniversitesi'nden Bilgi Ayata, uluslararası toplumun bir tür koruma görevi görerek, devletin egemenliğini izlediği varsayıldığında sorulması gerekenin 'uluslararası topluluğu kim izlemektedir, kim etkili bir şekilde uluslararası toplumun başarısızlığını izleyebilir ve hesap sorabilir' sorusu olduğunu söyleyerek, çok önemli bir muğlaklığa dikkat çekti.

Yerinden edilenler kim?
Bilgin Ayata, 'Bu konferansın programında Kürt sözcüğü hiçbir yerde geçmiyor. Türkiye'de yerinden edilme kolektif bir grubun sorunu mudur? Eğer yerinden edilenlerin çoğunun Kürt olmasının tesadüf olduğunu söyle-miyorsak, Kürtlerin neden ve nasıl yerinden edildiğine bakmamız gerekiyor. Yerinden edilen Kürtlerin sorunu Türkiye'deki Kürt sorununun tam kalbinde yatar'.

Ayata, ülke içinde yerinden edilme politikalarının da yeni olmadığının, bunların da bir nüfus mühendisliği bağlamında görülebileceğini söyledi. 'Burada klasik bir nüfus mühendisliği vardır. Ermenilerin 1915'de yerinden edilmesi, 1938'de Dersim'in nüfusunun sürülmesini düşünürsek (...) devletten beklenen bir paradigma değişikliğidir'.

'Yerinden edilme mukadderat değil'
Van Kadın Derneği'nden Zozan Özgökçe, devletin ve BM Kalkınma Programının kullandığı dil farklılığ ına gönderme yaparak 'Bu bir mukadderat değil. Bir sebep var. Kürt sorunu, koruculuk sistemi ve bunların yansımaları iyi bir şekilde ortaya konmadan adil bir çözüm olmaz. Köy boşaltma işini yapan devlettir. "Yerinden olmuş" diyerek yok sayan bir mekanizma var. Yerinden etmeler, zor kullanılarak yapıldı, insanlar köy meydanına toplanarak, evleri tarlaları yakılarak, kadınlar cinsel tacizlerle yerlerinden edildiler' dedi.

'Üç milyon yerinden edilmiş insan var'
Göç-Der'den Şefika Gürbüz, derneğin kuruluş aşamalarını anlatırken, göçlerin hangi şartlar altında gerçekleştirildiğini anlattı. Gürbüz, 'O dönemde devlet göçün farkındaydı. Göç eden insan sayısı 3 milyon. Devlet, "insanlar kendi istekleriyle göç etti" diyordu. Yıllarca bunu kabul etmedi. İnsanlara zorla, format dilekçe hazırlanarak, köyümüzü PKK yaktı şıkkı imzalatıldı. Bu devletin kendini aklama çabasıydı' dedi.

Kamunun bakışı
Strateji Geliştirme Başkanlığı'ndan Bekir Sıtkı Dağ'ın hükümetin ülke içinde yerinden edilmiş nüfusa yönelik hazırladığı genelgeler hakkındaki sunumuna salondan tepki geldi. Bir dinleyici 'Köy boşaltmaya demokratik bir yasal çerçeve çizdiniz hâlbuki bu başka köylerin de boşaltılmasına yol açabilir' dedi. Dağ, 'Legal olarak boşaltılması, illegal olarak boşaltılmasından iyidir' cevabını verdi.

Bekir Sıtkı Dağ valiliklerin STK'larla işbirliği içinde olması için girişimlerde bulunulduğunu da söyledi. Ancak bu sefer de bir başka dinleyicinin tepkisi geldi. Akdenize Göç Edenler Derneği başkanı Selahattin Güvenç Aslında biz STK'lar olarak çok zorladık vali yardımcılarıyla buluşma yapmayı ve başardık. Her toplantıda göç sorununu dile getiriyorum, valiliğin temsilcileri 'sen başka bir şey bilmez misin' diyorlar' dedi.

Jongerden: 'Devlet kendini rehabilite ediyor'
Wageningen Üniversitesi'nden Joost Jonger-den'in yaptığı konuşma Bekir Sıtkı Dağ'ın çizdiği tablonun tam tersini çiziyordu. Jongerden, 'Türkiye'nin yerinden edilen kişilerin geri dönüşüne ilişkin aslında bir planı yok' dedi. 1995 ve 2000 yıllarında kabul edilen köye dönüş projelerinin aslında Türkiye'nin boşaltılan ve zarara uğrayan bölgelerde devletin kendi kendini rehabilite etmesi olduğunu söyledi.

'5233 sayılı yasanın aklı sağlam ama eli ayağı tutmuyor'
Konferansta, 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında kanunun uygulamasına ilişkin konuşmacıların önemli katkıları oldu. Batman Barosu'ndan Zekeriya Aydın '5233 sayılı yasa zamanla, aldı sağlam, eli ayağı tutmayan bir yasaya dönüştü' dedi.

Aydın bir davadan verdiği örnekle yasanın yetersizliğine dikkat çekti. 60 yaşlarında yaşlı bir kadının mahkemede verdiği ifadeyi aktaran Aydın şunları anlattı: "Kadın 'Bir sabah vakti korucular ve askerler geldiler, derhal boşaltın yoksa siz de yanarsınız dediler, çocuklarımı elimden aldılar. İki hafta geçti morgdan iki çocuğumun cesedini aldım'". Zekeriya Aydın, 'Bu anne için yaşananların faili, devlet aygıtının tamamıdır. Bir uygulama olarak yaşadık bunu, köyü devlet yaka, çocuğunu devlet öldürdü. O kadın için 5233 sayılı yasa her çocuğu için 14 milyar para getirdi.'

'Öyküsünü dinlememiş bir devlet sorununu çözemez'
Zekeriya Aydın, tazminat yasasının çare olmadığı durumun yarattığı mağduriyeti gidermek ve adaletin sağlanarak güvenin tesis edilmesi için hukukçulardan, sosyologlardan, psikologlardan oluşan komisyonlar kurulmasını önerdi. 'Öyküsünü dinlememiş bir devletin sorununu çözme anlama şansı yok. O anneler, o amcalar dinlenmeliler. Eğer bilgi kaynağınız, bu yasada olduğu gibi jandarma ve emniyet olacaksa, en ilerici mülki amirin bile bir adım ileri gitme şansı olmayacaktır. Hiçbir köy resmi tutanakla, resmi törenle yakılmadı' dedi.

Tunceli'den bir tanıklık
Tunceli'den Bilgin Cengiz'in tanıklığı çarpıcı tabloyu ortaya koyuyor: 'Ben bir tarafı 1937'de sürgün edilmiş bir ailenin çocuğuyum, belleklerde bunun ağır bir travması var. 1947'de geniş bir çoğunlukla geri döndü. 3 yıl başka bölgelerde oturmaya zorlandılar. Sonra 1950'de dönüp her şeylerini yeniden inşa ettiler. 1994'e geldiğimizde aynı köyler, bir kez daha boşaltıldı. 38'i yaşayanlar 1994'te ekim ve kasım arasındaki dönemde ağaçlar altında kurşuna dizilmeyi beklediler. Çünkü böyle olmuştu daha önce. Şimdi siz bize diyorsunuz ki, bir kere daha dönmek mümkündür. Bunun bir daha olmayacağının garantisi ne, kim verecek bu garantiyi?