Darbeden çıkış sürecinde işçi hareketi üzerine: Neoliberalizm, işçi ve direniş
1991’de 3 Ocak Genel Grevi ve 4-8 Ocak Madenci Yürüyüşü’nün ardından işçi hareketi önce bir patinaj, ardından da uzun bir geri çekiliş dönemine girer.
Ertuğrul BİLİR
Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinin önemli dönemlerinden birisi, 1989 “Bahar Eylemleri” dönemiyle zirveye ulaşan, 1986-1991 dönemidir. Sosyalist hareket, yaşadığı ağır yenilgi, örgütsel dağınıklık, moral bozukluğu, baskılar, safları terk edenler, dünyadaki yeni rüzgarlar vb. nedenlerle epey güç kaybetse de, 1960-80 döneminin birikimi tümüyle yok olmamıştır. İşçi hareketi içinde 12 Eylül darbesi şartlarında bile örgütlenme iradesini sürdüren işçi militanların faaliyeti sürmektedir. Dahası, başta DİSK’e bağlı sendikalarda olmak üzere, ilerici/devrimci sendikalar içinde yer almış hatırı sayılır sayıda işçi için yakın geçmişin anıları ve geleceğe dönük umutlar canlıdır. Bu şartlarda, 12 Eylül yasalarının bütün sınırlamalarına rağmen, başını kamu işçilerinin çektiği bir işçi hareketi yükselerek 1989’da “Bahar Eylemleri” olarak anılan yaygın ve yaratıcı eylemleri gerçekleştirir. Yıllardır gerilemekte olan reel işçi ücretlerinde artış sağlanır. Bu dalga mevcut sendikal yönetimleri zorlar ancak yıkamaz. 1991’de ise 3 Ocak genel grevi ve 4-8 Ocak Büyük Madenci Yürüyüşü’nün ardından işçi hareketi önce bir patinaj dönemine ardından uzun bir geri çekiliş dönemine girer.
Mustafa Görkem Doğan’ın “Neoliberalizm, İşçiler ve Direniş” (Çev. Akın Ekrem Pilgir. Tarih Vakfı Yurt Yayınları) kitabı bize bu dönemi E. P. Thompson’un “ahlak ekonomisi” kavramı çerçevesinde bir değerlendirmeyle aktarıyor.
AHLAK EKONOMİSİ
Çalışmanın tezi “1986-91 dönemindeki yaygın işçi hareketinin ana motivasyonu yoksullaşmadan ziyade, ANAP’ın sendikalı işçilerin ahlak ekonomisine saldırısına karşı bir direniştir” şeklinde özetlenebilir.
Çalışmada öncelikle ‘rahatsızlık ve şikayetlerin nasıl olup da toplumsal hareketlere dönüştüğü’ sorunu irdeleniyor.
“Bu araştırmada, belli bir yoksulluk düzeyine ulaşıldığında popüler seferberlik sürecinin zemin kazanacağını beklemenin temelsiz olduğu iddia edilmektedir. … toplumsal mobilizasyonun çeşitli unsurlarına aracılık eden başka etmenler de vardır. Fakat daha önemlisi tüm emek seferberliklerini ve protesto hareketlerini basitçe yoksullaşmaya karşı çıkan otomatik bir tepki olarak görmek, farklı protesto dalgalarının ayırt edici özelliklerini ve emek mobilizasyonundaki farklı süreçleri görmezden gelmeye yol açacaktır. Bu da toplumsal hareketlerle ilgili kavrayışımızı zenginleştirmek yerine sınırlandırır.” (s. 223)
Buradaki iddia işçi sınıfının ve yoksulların kitlesel tepkilerinin ortaya çıkışı konusunda önemli bir konuya dikkat çekiyor. Kitlesel tepkinin ortaya çıkışını tek bir nedene indirgememek gerekir. Yoksullaşma elbette önemlidir ama, Doğan’ın da sözünü ettiği gibi, birçok başka faktörle birlikte etkilidir.
Doğan, “yoksullaşma” veya “neoliberalizmin sonuçlarına karşı mücadele” açıklamalarının söz konusu dönemin özgünlüğünü yansıtamadığını belirtmektedir. Bu açıklamaların sağlamasını 1991 sonrasında neoliberalizmin yeni adımları, yaşanan ekonomik krizler ve yoksullaşmanın işçi hareketinde 1986-91 dönemindeki gibi bir yükselişe yol açmamasıyla yaparak söz konusu açıklamaların yetersiz olduğu sonucuna varmaktadır. Yine toplumsal muhalefetin mevcut geri durumu için Türkiye solundaki en başat açıklama olan “12 Eylül canavarı” (s. v) iddiasının da, halen darbe etkilerinin yakından hissedildiği bir dönemde yükselen işçi hareketi nedeniyle, açıklayıcı olmadığını belirtmektedir.
Doğan 1986 sonrasında gelişen 1989’daki Bahar Eylemleri ve devamında 1991 Büyük Madenci Yürüyüşü zirvelerini oluşturan işçi hareketinin nedenlerini, dinamiklerini, sınırlarını tartışmaktadır. Çalışma “ahlak ekonomisi” kavramı etrafında şekillenmektedir.
“Bu tez, baskıcı bir askeri rejimden sonra görece elverişsiz koşullar olmasına rağmen zayıflamış bir örgütlü emeğin görece başarılı bir muhalefet hareketi yarattığını ve bu başarısını bir daha tekrarlayamadığını iddia etmektedir. İşçi hareketini tetikleyen, Türkiye’nin hükümetleri ve sendikalar arasında, endüstriyel ilişkiler içinde yapılacak uygun davranışları ve geçerli karar alma süreçlerini belirlemek adına varılan kurumsal düzenlemeler, toplumsal normlar ve yükümlülüklerden oluşmuş ahlak ekonomisine yöneltilen veya yöneltildiğini düşündükleri saldırıdır.” (s. 56)
Thompson kavramı ilk olarak, İngiltere’de 18. yüzyıl sonlarında yaşanan ekmek/yiyecek isyanlarının açıklanması için kullansa da İngiltere’deki 1984-1985 madenci grevlerini değerlendirirken de bu kavramı tekrarlamıştır. Thompson büyük madenci grevinin nedeninin Thatcercılığın İngiliz madencilerinin ahlak ekonomisine saldırıyor olması olabileceğine işaret etmiştir (s. ii-iii). Görkem Doğan da Türkiye’de 1986-91 dönemindeki yaygın işçi eylemlerini “sendikalı işçilerin ahlak ekonomisi” çerçevesinde değerlendirmektedir.
“ “Ahlak ekonomisi” ile kast edilen, endüstriyel ilişkilerin işleyiş düzeni ve ilgili karar alma süreçleriyle prosedürler hakkında Türkiye hükümetleri ve sendikalar arasında varılmış, endüstriyel ilişkileri düzenleyen örgütsel yönetim yapılarına veya politik ekonomiye gömülü olan ve Türkiye’deki sendikaların bizzat kendi geliştirdiği resmi veya gayrı-resmi prosedürler, rutinler, normlar ve düşüncelerle aldığı tarihsel yörüngesinden ötürü piyasa ilkelerinden farklı bir mantığa dayanmış kurumsal düzenlemeler ve uzlaşmalardır. … Bu çalışma 1980’den sonra yukarıda bahsi geçen küresel eğilimle birlikte, devletin Türkiye toplumunun bu kesimi karşısında tavrını ve söylemlerini değiştirdiğini iddia etmektedir.” (s. 3-4)
Doğan, ahlak ekonomisi kavramının “içinde yatan son derece normatif çağrışımlardan ötürü yanlış kullanımlara açık” (s. 37) olduğunu belirterek farklı kullanımları üzerinde durmaktadır. Kavramın esas olarak modern ekonomik ilişkilerle geleneksel toplumların karşılaştığı durumlarda kullanılmasının ise “kapitalist toplumlarda yaşanan metalaşmaya yöneltilmiş direniş hadiselerini kenara atmak” (s. 37) olduğunu belirtmekte ve kavramı Türkiye’deki kapitalist toplumsal yapıdaki bir çatışmada değerlendirmektedir. Thompson’un özgün bakış açısında “iki toplumsal üretim biçimini karşılaştırmak yerine toplumun geçmişinde kök salmış meşru ekonomik pratiklerle ilgili popüler bir fikir birliğinin oluşma olasılığına vurgu” (s. 39) yapıldığının altı çizilmektedir. Öte yandan sendikalı işçilerin ahlak ekonomisini savunmak için ortaya çıkmış olan hareket bir politik alternatif oluşturulmasında ise zayıf kalmaktadır (s. 44).
KALKINMACILIĞIN ETKİLERİ
Kalkınmacılık konusundaki tavır da bu dönemin önemli dinamiklerinden birisi olmuştur.
“Seksenli yıllarda devletin ekonomik teşebbüslerindeki mevcut sanayi ilişkilerini değiştirmeye vurgu yapan, köklü kalkınmacı ve popülist işleyiş tarzı yerine, bu teşebbüslere piyasa mantığını ve karı azamiye çıkarma arayışını yerleştirme çabasında ısrarcı olan Özal yönetimi, piyasa etkinliği ve kuralsız rekabete dayalı liberal ekonomik kanaatlerle donanmış muhafazakâr politikaların yürüttüğü küresel saldırının parçasıydı. Ancak Türkiye örneğinde ve belki başka yerlerde bu politikalar, kamu teşebbüslerinde çalışan işçilerin veya kömür madenciliği gibi stratejik sayılan sanayi sektörlerindeki diğer işçilerin ahlak ekonomisini … hedef almaktaydı çünkü bu sektörler karı azamiye çıkaran firmalar olarak değil kalkınmacı kuruluşlar olarak kurulmuştu. Birçok örnekte neoliberal dönüşümün yeni zihniyeti, bu teşebbüslerin kurucu ilkesiyle çatışmaktaydı.” (s. 2)
Kitap boyunca değişik yerlerde, kamuya ait endüstriyel işyerlerinin kârı azami hale getirmek değil kalkınmacı amaçlarla kurulmuş olduğu belirtilerek 80’lerdeki işçi hareketinin önemli dinamiklerinden birisinin de bu kalkınmacı kuruluşların kârı azamiye çıkarma hedefine dönüştürülmesi çabası olduğu vurgulanıyor.
Bu önemli vurguya katılmakla birlikte, “kalkınmacılığın”, Doğan’ın kitabının kapsamı dışında olan, bir başka etkisi üstünde de durmayı da yararlı görüyorum. “Kalkınmacılık” 1960 ve 70’lerde Kemalizm ile sosyalist hareketin bir kesişme noktası da olmuştur. (Kalkınmacılık ile sosyalizm ilişkisini bu yazıda tartışmayı gereksiz görüyorum.) Gerçekte, başka birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da iki ayrı sınıfın bakış açısı arasındaki fark söz konusudur. Ancak yine de, bağımsızlıkçı/ulusal bir “kalkınma” hedefiyle şekillenmiş Kemalist paradigmadan etkilenmiş olan toplumsal kesimler için “emperyalizme karşı bağımsızlığı” ön plana alan sosyalist bir paradigmaya geçiş yolu kısalmakta; dolayısıyla Kemalizm tarafından da beslenen zemin sosyalist hareketin meşruluğunu güçlendirmektedir. Benzer durum “aydınlanmacılık”, “laiklik”, “halkçılık” gibi konular için de söz konusu olmuştur. Bu nedenle 12 Eylül darbesi ve sonrasında bu ideolojik zeminlerin etkinliğinin kırılması hem Kemalizmi hem de sosyalist hareketi olumsuz etkilemiş ve zayıflatmıştır. İşçi hareketindeki kalkınmacılığı savunma çizgisinin yenilgisi de bu zayıflamanın bileşenlerinden birisi olmuştur.
EYLEMLERİN İŞÇİLERİN BİLİNÇLENME SÜRECİNE ETKİLERİ
Doğan’ın önemli bir tespiti de, yaşanan yoğun eylemliliğe rağmen işçi kitlelerinin bilincinde çok büyük bir değişimin olmadığı, hele söz konusu dönemde Doğu Avrupa’daki rejimler birer birer çökerken işçilerde sosyalizme dönük kuvvetli bir eğilimin olmadığı yönündedir (s. 262). Bu tespit, işçi eylemleriyle işçi sınıfı bilinci arasındaki ilişkiyi fazlasıyla yakın değerlendirme eğilimine karşı bir uyarı olarak da görülmelidir.
“Türk İş sendikalarının seçmen tabanı büyük oranda değişmeden kalmıştı. Bahar Eylemleri’nde elde edilen deneyimlerin işçilerin bilinçleri üzerinde belli sonuçlar yarattığını güvenle varsaymak mümkündür ama zihinlerde kendiliğinden böylesi büyük bir değişimin yaşandığını kabul etmek temelsizdir.” (s. 262)
Doğan 1960’lar boyunca yaşanan toplumsal hareketliliğe ve sol hareketin gelişmesine karşın sendika militanlarının ve işçilerin radikal sol siyasetle ilişkisinin abartılmaması gerektiğini, işçilerin daha çok merkez partilere, bazılarının da İslamcı veya faşist sağ örgütlere üye olduğunu (s. 282), haklı olarak, vurguluyor. Türkiye sosyalist hareketi açısından 1960’lar ve 70’ler, öncesiyle ve sonrasıyla karşılaştırılamayacak kadar büyük bir gelişme dönemidir. Bu durum öğrenciler, işçiler, köylüler, kent yoksulları ve Kürt halkıyla ilişkiler açısından geçerlidir. Ancak öğrenci hareketi hariç, bu kesimler içinde sosyalist hareketler çoğunluk olmamışlardır. Söz konusu kitlesel halk kesimleri içinde ancak belli bölgelerde yoğunlaşmış, sadece çok sınırlı yerlerde çoğunluğu temsil eder bir konuma gelinebilmiştir.
İTİRAZLARIM
Doğan’ın çalışmasında iki noktaya itirazım var. İlk itirazım çalışmanın ön sözünde yer alan bir iddiaya:
“Bize 12 Eylül ile birlikte sosyalist hareketin ve onunla paralel olarak işçi hareketin canlılığını yitirdiğini ve bir daha asla atmışların ve yetmişlerin kitleselliğine ulaşılamadığı söylendi. Bu doğru değil, sivil yönetime geçişten kısa bir süre sonra seksenli yılların son çeyreğinde Türkiye’de işçi hareketi içindeki seferberlik çok canlıydı ve bu kitle seferberliğinin ayağı bir anlamda altmış ve yetmişlerin deneyimine hatta kadrolarına dayanıyordu.” (s. ii)
Doğan’ın incelediği dönemde işçi hareketinin yaygınlığı, canlılığı gerçekten de yüksek olmakla birlikte “sosyalist hareket ve onunla paralel olarak işçi hareketi” açısından ele alındığında durum farklıdır. Sosyalist hareketin darbe sonrasından şimdiye kadar olan süreçte bir daha altmışların ve yetmişlerin kitleselliğine ve örgütlülüğüne ulaşamadığı konusunda sanırım itiraz yoktur. Aynı zamanda sosyalizmin işçi hareketindeki etkisi de eski kitleselliğine ulaşamamıştır. Sosyalistler farklı sonuçların olmasını umsa ve bunun için çalışsa bile sosyalist hareketin işçi hareketindeki etkisi söz konusu dönemde çok cılız kalmıştır. İşçi hareketi ise göreli yaygınlığına rağmen 1960 ve 70’lerdeki örgütlü güce, dirence ve kapsama ulaşamamıştır. Doğan’ın ifadesine bu yönüyle katılmıyorum.
İkinci itirazım sendikalı işçilerin “ayrıcalıklı kesim”, “küçük ve ayrıcalıklı bir grup” olarak değerlendirilmesine… Örneğin “sendikalı işçiler, yerel sendika liderleri ve sendika bürokrasisinin üst kademeleri, Türkiye işçi sınıfının ayrıcalıklı kesimini oluştururlar” (s. 3) cümlesinde sendikalı işçiler de, yerel sendika liderleri ve sendika bürokrasisinin üst kademeleriyle birlikte, ayrıcalıklı kesim içinde sayılmaktadır. Yine daha ileride de Özal’ın hedefe koyduğu sendikalı emeğin “geniş bir ücretli topluluğu içinde küçük ve ayrıcalıklı bir grup olduğu” (s. 18) belirtilmektedir. Öte yandan Doğan, işçi sınıfının bu “ayrıcalıklı” kesiminin varlığının dolaylı olarak tüm işçilerin refahına katkı yaptığını (s. 41) da belirtmektedir.
İşçi sınıfının kamu işyerlerinde sendikalı olarak çalışan, nispeten yüksek ücretli, nispeten güvenceli kesimlerinin “ayrıcalıklı kesim” olarak tanımlanmasının önemli bir nedeninin, devletin iş kanunlarını özel işyerlerinde uygulamaya gönülsüz olmasından kaynaklandığı görülmektedir. Dolayısıyla kamuda çalışan işçiler İş Kanunu ve bağlı düzenlemelerdeki haklardan avantaj sağlamaktadır. Yine “ayrıcalıklı kesim” içinde sayılan diğer işçi kesimi ise büyük sermayeli özel şirketlerde çalışan sendikalı işçilerdir. Söz konusu şirketlerin, ithal ikameciliğin koruma duvarları sayesinde, yüksek kârlar elde ederek işçilerin ve sendikaların taleplerini karşılayabilmesi de bu işçilerin “ayrıcalıklı” görülmesine neden olmaktadır. Ancak bu türden ifadelerin dikkatsiz kullanımı, işçi sınıfının örgütlü kesimlerinin, dünya ve Türkiye’deki birçok mücadeleyle kazanılmış olan haklarının gayrimeşru görünmesine zemin hazırlayabilmektedir. Örneğin 1990’larda güvencesiz çalışmanın yayılmasıyla birlikte, güvenceli işlerde çalışan işçiler için, işçi hareketinin içinde bile, “işçi aristokrasisi” gibi ifadeler de kullanılmıştır.
Sendika üyeleri; sigortasız çalışmanın yaygın olduğu bir ülkede sigortalı, diğer işçilerden görece daha yüksek ücretli, nispeten iş güvencesine sahip işçilerdir. Bu örgütlenmeler bazen işyerinin ve içinde bulunduğu endüstrinin örgütlenmeyi kolaylaştıran özelliklerinden yararlanarak, bazen işçilerin örgütlenmeye daha yatkın kesimlerden gelmesinden yararlanarak, bazen sistematik çalışan işçi örgütçülerinin varlığının etkisiyle, çoğunlukla da sıkı mücadelelerle, grevleri ve işten atılmaları göze alarak yapılmış örgütlenmelerdir. Bu nedenlerle, işçi sınıfının diğer kesimlerinin bazılarına göre avantajlı oldukları, daha iyi koşullarda çalıştıkları vb. doğrudur ancak bu avantajlar söz konusu işçi kesimlerinin tamamını “ayrıcalıklı” kılmaz. Dolayısıyla işçi sınıfı içindeki bazı kesimleri “ayrıcalıklı” olarak tanımlarken daha hassas olmak, ayrımları daha ince yapmak gereklidir.
SONUÇ YERİNE
İşçi hareketi ve sosyalist hareket kendisini geçmiş güzel günlere özlemle yeniden kuramaz. Dünyadaki ve ülkedeki nesnel değişimleri, güç ilişkilerini, kitle hareketinin kendiliğinden eğilimlerini de gözeterek güncel önceliklerini, yöntemlerini belirlemek ve hayata geçirmek durumundadır. Böyle bir çaba ülkemizdeki işçi hareketinin tarihini derinlikli şekilde değerlendirmeyi gerektirir. Türkiye işçi hareketinin yakın tarihinin en önemli ve kitlesel dönemlerinden birisi olan 1986-91 döneminin ayrıntılı, somut ve çok yönlü incelemesi ihtiyaçtır. “Neoliberalizm, İşçiler ve Direniş” bu dönemi birçok yönüyle ele alan önemli bir çalışma. Türkiye işçi sınıfı hareketinin bu önemli dönemini derinlikli ve özgün bir şekilde ele alan çalışma için Görkem Doğan’a ve çalışmanın Türkiyeli okura ulaştırılmasında emeği geçenlere teşekkür etmemiz ve üstünde tartışmamız gerekiyor.
Ahlak ekonomisi tezi işçi sınıfı hareketini, sadece yoksullaşma karşıtı bir harekete indirgemeye karşı, sınıf hareketinin çok yönlülüğüne, geleneklerine, alışkanlıklarına da dikkat çekmektedir. Öte yandan sınıfın kendiliğinden hareketiyle siyasal sınıf bilinci arasındaki mesafeyi görmek de bu mesafenin nasıl kapatılacağı üzerine kafa yormayı dert edinenler için yararlı olacaktır.