Dayatılmış kimliklerin öyküsü

FAHRETTİN ENGİN ERDOĞAN

İçine doğduğumuz toplumsal gerçeklikler, değer yargıları, inanışlar, beğeniler, tercihler, örf ve adetler ‘kim olacağımızı’ yani “sosyal kimliğimizi” büyük ölçüde belirler. Siyasal, ideolojik ve ekonomik egemen iklimi de bu faktörlere eklediğimizde, bize sunulan pasif özgürlük alanı içinde dayatılmış kimlikleri seçme zorunluluğumuzun boyutları çıkar ortaya. Yani başka bir tarih veya başka bir coğrafyada dünyaya gözlerimizi açmış olsak, şimdiki kişiler olmayabilirdik.

Boyunlarımıza asılan yaftalarla da kimliklerimiz teşhir edilerek öbeklere ayrılır, ötekileştirilir ve ötekileştiririz: Onlar, bizler!.. ‘Onlar’ sadece kişi zamirleri olarak değil ‘ötekileştirme’nin dilimizdeki bir yansıması olarak da kullanılır bazen. Kimler? Onlar!.. Onlar kim? Bizden olmayanlar!..

Ötekileştirmenin temelinde dil yatsa da özünde ‘etnosantrizm’ olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Birilerini ‘kendinden olmadığı için’ şeytanlaştırmak, düşmanlaştırmak, kendisiyle eşit görmemek, karşısındaki bu kişilere belli hakları tanımamak, insan gibi görmemek, kendi çoğunluğu içinde sürekli ‘potansiyel düşman’ olarak inşa etmek ve tabi ki biraz kendisine yakınsa farklılığını görmezden gelerek ‘makbul’ yaratmak bunlardan bazısı.

Dil sayesinde yeniden ve yeniden çerçevesi çizilen bu ötekileştirmeler, yine dil aracılığıyla insanların bilinçaltına yerleştiriliyor. Toplumsal hayatın içindeki toplumsal rollerin ve eylemlerin içine yazılıyor.

Dil, ırk, cinsiyet ve daha birçok olgunun devletin dışlama politikası malzemesi olarak kullandığı ‘onlar’ toplumda yaygın bir ritüel olarak da dilimize yerleşmiştir: Kürtler, Ermeniler, Çingeneler, Lazlar, Kızılbaşlar, komünistler, ateistler, çapulcular, haşhaşiler, teröristler, kaçakçılar, dilenciler, fakirler, kadınlar, çocuklar... Yani ‘Onlar!’

Şimdi bu son üçünde bir duralım: Fakir, kadın ve çocuk! Yani sistemin ürettiği tüm eşitsizliklerin, adaletsizliklerin yegâne tüketicileri olmaya zorlananlar. Hem fakir, hem kadın ve hem de çocuk olan insanlar!.. Bu üçünün bir arada ve tek vücutta toplandığı bir sosyal kimliğin toplum tarafından dışlanmadığı, en azından örneğin etnik kökeni eklenmediği sürece ötekileştirilmediği düşünülse de, gerçekler hiçte öyle değildir. Toplumun en alt kademesinde yer bulan bu sosyal kimliğe yönelik direkt bir saldırgan dil kullanılmasa da yeterli/gerekli sosyal diyalog kurulmamakta, yaşadıkları kabuslara sessiz onay verilmekte ve ezilip horlanmak, görmezden gelinmek bu kesimin fıtratından sayılmaktadır.

Şu anda soyut düzlemde bahsettiğimiz kişiler birer çocuktur!.. Bırakın topluma isyan etmelerini hemen yanı başlarında olması gereken ‘büyüklerine’ dahi söz söyleyecek, kendilerini savunacak durumları, iradeleri, bilgileri, bilinçleri yoktur. Çocuktur onlar!.. Dışlanan, ezilen, horlanan, yetişkinmiş gibi davranmaya zorlanan, buyruklara uyması istenilen, okutulmayan, kol gücünden faydalanılan, düşüncesi sorulmayan/önemsenmeyen ve ‘evlilik’ adıyla parayla alınıp satılan, sistemin riyakarlığını ve toplumun ‘günahlarını’ bir diyet olarak ödeyen kız çocuklarından bahsediyoruz.

Çocuklar tarım toplumunda tarlada çalışacak bir kol gücü olarak görülüyor idiyseler, Sanayi Devrimi’nde de yoksul ailelerin çocukları fabrikalarda, işyerlerinde, atölyelerde, ocaklarda vs işgücü sağlamak amacıyla çalıştırıldılar.

Geride yüzyıllar bırakmamıza karşın yaşamlarında hiçbir şeyin değişmediği bu çocuklar, çok uzağımızda değiller. ‘Onları’ ve olanları görmeyecek kadar vicdanı da köreltilmiş bu toplumda, sayıları ve olanakları sınırlı duyarlı insanların, sivil toplum örgütlerinin attıkları çığlıklar ise ancak birkaç mahalle öteye erişebiliyor.

İnkilâp Yayınevi tarafından basılan, Ömür Sabuncuoğlu’nun ‘Onlar’ın Öyküsü’ kitabında işaret ettiği ‘Onlar’ işte bu yelpazede karşımıza çıkıyor: Kısacık yaşamlarında omuzlarında ağır mı ağır yükler taşımak zorunda kalmış/bıraktırılmış, okutulmayıp çalıştırılmış, evlendirilmiş, yetişkin olmaya zorlanmış kız çocukları.

Bir çığlık atıyor Sabuncuoğlu ve elinden geldiğince bu konuda bir algı oluşturmaya çabalıyor kitabıyla. Ve bu algının güçlü olmasını sağlamak üzere de her biri mesleklerinin zirvesindeki 12 kadını imdadına çağırıyor.

Bu çağrıya/çığlığa yanıt veren Ajda Pekkan ‘Sessizlik’, Arzum Onan ‘İki Zeynep’, Belçim Bilgin ‘Işık Çocuklar’, Bergüzar Korel ‘Mucizenin Adı: Babam’, Demet Evgar ‘Ben Kim Miyim?’, Fatma Girik ‘İşte Benim Sevdam’, Monik İpekel ‘Yaşı Küçük Kalbi Büyük’, Nazlı Çelik ‘Mehmet’, Nebahat Çehre ‘Ülkemin Acı Gerçeği’, Ömür Sabuncuoğlu ‘Canım Ağabeyim’, Songül Öden ‘Baykuş’, Şükran Ovalı ‘Kilitli Dolap’ öyküleriyle, Sıla Gençoğlu ise ‘Tomurcuk’ isimli şiiriyle kitapta yer alıyorlar.

Monik İpekel’in öyküsünde aktardığı 9 yaşındaki ‘isimsiz’ kız çocuğunun yaşadıkları ve Nazlı Çelik’in, annesi tarafından dövülerek komaya sokulan 5 yaşındaki (sadece 60 aylık) Mehmet’in öyküsü gerçek hikâyeler. Ama bu, diğer öykülerdeki kurgusal anlatımların gerçek olmadığı anlamına da gelmiyor, aksine, her birinin dokunduğu yaşanmışlıklar var.

‘Onlar’ın Öyküsü’nde yer alan hikâyelerdeki duygusal ve dokunaklı olayların melodramı gözlerinizin dolmasına, öfkelenmenize, hayıflanmanıza, ve bazen gözyaşlarınızın akıp gitmesine engel olamadığınız çığlıklar içeriyor.

Yazıları bu kitapta yer alan bazı isimlerin güçlü kalemlerini belki daha önceden biliyordunuz; hiç bilmediğiniz diğerleri ise, yukarıda anlatmaya çalıştığımız kız çocukları için ilk kez yazdılar.

“Sorunlar, onları yaratan düşünce düzleminde kalarak çözülemez” demişti Einstein. Bunu başarabilecek miyiz?