Kızıldere, Nurhak ve 6 Mayıs'ta sevdiğim bir çok yoldaşımı kaybettim. Ve en son 27 Mayıs'ta adı İnan olan sevgili oğlumun acısıyla yandı yüreğim. Buna rağmen inatla ve umutla hep acıları sevince dönüştürmeye çalıştım 6 Mayıs'larda.

Kızıldere, Nurhak ve 6 Mayıs'ta sevdiğim bir çok yoldaşımı kaybettim. Ve en son 27 Mayıs'ta adı İnan olan sevgili oğlumun acısıyla yandı yüreğim. Buna rağmen inatla ve umutla hep acıları sevince dönüştürmeye çalıştım 6 Mayıs'larda.

Deniz, Yusuf ve İnan ütopyalarına yürekten bağlı, ütopyalarını analarının sütünü seven bebekler kadar seven; "Yarin yanağından gayrı herşeyin ortak olacağı" bir dünyaya ölümüne inanmış insanlardı.

Sapına kadar komünisttiler... Hiç eğilip bükülmemecesine... Sapına kadar enternasyonalisttiler... İnanmıyorsanız son sözlerine bakın ve unutmayın ki; yirmi iki, yirmi üç yaşlarındaydılar katledildiklerinde...

ATİLLA KESKİN

1945 Afyonkarahisar doğumlu. ODTÜ İdari İlimler Fakültesi'nde son sınıfa kadar okudu. 1964 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi oldu. 1969 ÖDTÜ Fikir Kulubü Başkanlığı yaptı. El Fetih kamplarından dönüşte tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi'nde 8 ay kaldı. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) Davası'ndan yargılandı. Mamak ve Niğde Cezaevleri'nde 4 yıl kaldıktan sonra 1977'de yurtdışına çıktı. 1980 sonrası TDKP Davasından yargılandı. Almanya'da yaşıyor.

Bahar ayları doğanın zafer aylarıdır. Sevinir, çiçeklenir, yeşilin binbir tonuyla süslenir doğa baharda. Doğanın sevinci, neşesi insanoğluna da bulaşır bu aylarda. Yürekler yıkanır, coşar... Yüzyıllardan beri insanoğlu en güzel bayramlarını baharı karşılamak için kutlamıştır. Yirmili yaşlarıma kadar benim için de öyle olmuştur hep. Afyon gibi dört bir yanı kayalık, dağlık olan baba yurdumda, Hıdırlık tepesinde açan badem ağaçları pembe beyaz çiçekleriyle ruhumu, gözlerimi şenlendirmiştir hep.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde okurken de, bahar aylarında hep kırlarda koşar, bir yandan da açan binbir çeşit kır çiçeklerinden toplayarak kutlardım hep baharın gelişini... Neşeyle, sevinçlerle dolardı hep yüreğim. Ama yetmişli yıllardan sonra bu sevince gözlerim, bedenim ne kadar ortak olmaya çaba harcarsa harcasın; ruhum kalbim bir türlü ortak olamadı... Ben ve benim yaşımdaki bir çok devrimci için, hep hüzün, gözyaşı ve acılarla dolu oldu bahar ayları... Kızıldere, Nurhak ve 6 Mayıs'ta sevdiğim bir çok yoldaşımı kaybettim. Ve en son 27 Mayıs'ta adı İnan olan sevgili oğlumun acısıyla yandı yüreğim. Ne kadar çaba harcarsam harcayayım baharın sevincine ortak olamıyor bu nedenle yüreğim. Buna rağmen inatla ve umutla hep acıları sevince dönüştürmeye çalıştım 6 MAYIS'larda. Yitirdiğim yoldaşlarıma ve oğluma ilişkin anılarımı topladığım kitabımın adını da bu nedenle ACILARA YENİLMEYEN GÜLÜMSEYİŞLER koydum. Deniz, Yusuf, İnan yaşantımın en güzel günlerini birlikte geçirdiğim kavga arkadaşlarımdı. Çok şey yazıldı onlara dair. Ve sanırım daha çok fazla da yazılacaktır. Anılarımda onların; ölümlerine çeyrek kala bile neşelerini yitirmeyen, kendilerini ve hayatı 'ti'ye alabilecek kadar neşe dolu yanlarını anlatmaya çalıştım. Tek sözcükle onların insan olduğunu anlatmaya çalıştım.

ÜTOPYALARINA SONSUZ BİR BAĞLILIKLA ÖLÜME MERHABA DEDİLER

Hep düşünmüşümdür kendi kendime; yoldaşlarım Türkiye halkının bağrında her geçen yıl niye daha büyük bir sevgiyle yeşeriyor, diye. Kimilerinin iddia ettiği gibi, şimdiki adı medya olan basının bir şişirmesinin bir sonucu muydu bu sevgi? Yoksa insan üstü, mitolojilerde okuduğumuz efsanevi yaratıklar mıydı yoldaşlarım? Yoksa, yoksa kimi alevi köylerinde dillendirildiği gibi Deniz bir Mehdi miydi? Yoksa Türkiye'yi ve tüm dünyayı kurtaracak devrimci teoriyi yazıya dökmüş büyük teorisyenler miydi? Bilmiyorum....

Ama bir şeyi kesin biliyorum: Deniz, Yusuf ve İnan ütopyalarına yürekten bağlı, ütopyalarını analarının sütünü bebekler kadar seven; "Yarın yanağından gayrı herşeyin ortak olacağı" bir dünyaya ölümüne inanmış insanlardı. Sapına kadar komünisttiler... Hiç eğilip bükülmemecesine... Sapına kadar enternasyonalisttiler.... İnanmıyorsanız son sözlerine bakın ve unutmayın ki; yirmi iki, yirmi üç yaşlarındaydılar katledildiklerinde... İsyankardılar, asi ve kural tanımazdılar, çoğunluğun inanmadığına, çoğunluğun anlayamadığına inanan ve çoğunluğu ikna edeceklerine inanan ütopistlerdi... Belki de o sessiz çoğunluk yeni yeni anlıyor onların dediklerini... At izinin it izine karıştığı; hiç sevmediğim bir deyimle 'kimin elinin kimin cebinde olduğunu' bilmediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Ezberimizi unutmaya başladık... Bir eli yağda, bir eli balda kimi eskiler; 'sen hala o eski şarkıyı mı söylüyorsun?' diyorlar. Bırakın siz bir ayda popüler olup, bir ay sonra unutulan şarkıları, her geçen yıl daha fazla çoğalarak halkımız Deniz'lerin şarkısını söylemeye kararlı...

Son sözleri:

Deniz Gezmiş: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizmin, Leninizmin yüce ideolojisi. Yaşasın halkların bağımsızlık mücadelesi. Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyalizm."

Yusuf Aslan: "Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu uğrunda şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımıza hizmet ediyoruz. Siz Amerika'nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun Faşizm."

Hüseyin İnan: "Ben hiçbir kişisel çıkar gözetmeden ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için savaştım. Bu ana kadar bu bayrağı şerefle taşıdım. Bundan böyle bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm."

DEMİREL'İN DEMOKRATLIĞI

Denizlerin avukatı sevgili Halit Çelenk'in hanımı Şekibe abla anlatıyor: "Hiçbir umudumuz yoktu ama buna rağmen, Denizler için Meclis'te karar alınacağı gün oylamayı izlemek için TBMM'ye gittik. Hiç unutmuyorum; Demirel kıpkırmızı bir yüzle Meclis salonuna girdi. Yerine oturuncaya kadar da kendi partisinin üyelerine dönüp eliyle hep ÜÇ işareti yapıyordu. Ve adamlarının tümü de, Demirel'in dediğini yaptı. Üç gence hiç düşünmeden mahkemenin verdiği idam kararını onayladılar."

SAVCI BAKİ TUĞ

Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu davasının savcısı Yüzbaşı Baki Tuğ'du. Ben İstanbul'da yakalanmıştım. Meşhur Sansaryan Han'daki emniyet binasında işlemler bittikten sonra, Emniyet Müdürü'nün odasına çağrıldım. Müdürün yanında oturan sonradan daha iyi tanıyacağım Baki Tuğ'du. Bu çok sayın (!) hukuk adamının söylediklerini çok iyi anımsıyorum: "Senin emniyetteki işin şu an bitti. Daha sonra savcılıkta da ifaden alınacak. Şunu iyi bil; savcılıkta ifadeni değiştirirsen, seni tekrar emniyete gönderirim. Ondan sonra da başına gelecekleri sen iyi bilirsin!..." Baki Tuğ mahkemeler boyunca savcı gibi değil, bizim siyasi bir hasmımız gibi davrandı hep. Mahkemeye ilk çıktığımız gün, yüksek sesle attığımız sloganlar karşıdakileri çılgına çevirmişti. Tekme, tokat, dipçiklere rağmen sloganlarla girdik salona. Biz yerlerimize oturduğumuz sırada, mahkeme salonunun dışında bu kez Baki Tuğ tüm gücüyle bağırıyordu: "Hepinizi asacağız, sallandıracağız. O zaman görürsünüz slogan atmanın ne demek olduğunu..." Herkesin duyduğu bu sözleri avukatlarımız tutanaklara geçirmek için çok çaba harcadılar ama kabul ettiremediler. Aynı Baki Tuğ daha sonra milletvekili yapılarak ödüllendirildi. Ve sıkı durun Meclis'teki görevi neydi anımsıyor musunuz? TBMM İNSAN HAKLARI KOMİSYONU BAŞKANLIĞI. Ne diyelim... Doğrusu bizim Meclisimize de böyle bir İnsan Hakları Komisyonu Başkanı yakışır...

ÜÇ YOLDAŞIMIZIN KATLİNE MAHKEMELER BİTMEDEN KARAR VERİLMİŞTİ

Kendi aramızda aldığımız bir karara göre ortak savunmayı dört kişi okuyacağız: Deniz, Yusuf, Hüseyin ve ben. Önce Deniz okuyor. Deniz'in okuması sırasında elinde koca bir fotoğraf makinası olan bir başçavuş salona girip, Deniz'in fotoğrafını çekiyor. Ardından Yusuf okuyor savunmayı yine fotoğraf çekiliyor. Sonra ben okuyorum... Fotoğrafçı ortada yok. Son bölümü Hüseyin okuyor. Yine beliriyor fotoğrafçı ve o'nun da resimlerini çekiyor...

HIZLI YARGILAMA

Sık sık Türkiye'de adalet mekanizmasının çok yavaş çalışmasının, hantallığının sözü edilir. Kanımca haksız bir suçlamadır bu!!! 18 THKO üyesinin idamla yargılandığı mahkemede; ifadelerin alınışı, savunmalar, iddianamenin okunuşu, avukatlarımızın savunması gibi tüm işlemlerin bitişi yıldırım hızıyla gerçekleştirildi. Ve sanırım tüm mahkeme süresi, idamla yargılandığımız halde yirmi-otuz saati geçmemiştir.

SLOGANLI MAVRALAR

Ön hücrelerde birlikte kaldığımız ve tüm hücre kapılarının açık olduğu bir dönem. Hücrelerden birisinin lambası bozuk. Gardiyana aldırdığımız lambayı takmaya çalışırken, pirizin dibine acemice takılmış küçük bir mikrofon buluyoruz. Hırsla sökmeye çalışırken, olayı duyan Deniz hepimize engel oluyor:

- Durun be, deli misiniz? Böyle bir olanak geçmiş elimize, bırakılır mı? - Ne yapacağız? - Ne yapması var mı yahu? Önce merasim yapacağız, adamlar bu kadar emek sarfedip bizi dinlemek için çaba harcamışlar, biz de kendilerine sesimizi iletelim, ondan sonra söker atarız mikrofonlarını. Ve Deniz'in önderliğinde tüm mavra ekibi, mikrofonun önünde toplanıp konsere! başlıyor:

"Kahrolsun Faşistler!.. Yankee Go Home!.. Bağımsız Türkiye!.." Anti-faşist, anti-emperyalist sloganlar bitince, Deniz biraz da saygılarımızı! iletelim diyor. "...'ler, ...'ler..." Bu edebli! sloganlardan sonra, dinleyiciyi bizim sökmemize gerek kalmıyor. Koğuşa doluşan askerler dinleyiciyi söküp götürüyorlar.

***

Sevgili Emil Abi'yi, Emil Galip Sandalcı'yı getirdiklerinde de benzer bir tezahürat yapıyoruz. Cuntanın şiddeti artırdığı günler. Gık diyeni tutuklayıp içeri atıyorlar. Sandalcı da o sıralar TRT Dış Yayınlar Dairesi Müdürü. Dış basına iletilmek için hazırladığı raporlarda yetkililerin hoşuna gitmeyecek bazı şeyler yazıyor. Bu durumun farkına varır varmaz görevden uzaklaştırıyorlar. Bununla da yetinmiyorlar, bir punduna getirip; Bulgaristan'a uçak kaçırma eyleminin planlayıcısı olarak içeri atıyorlar. Bulgaristan'a uçak kaçırmak gibi birinci dereceden anarşist! bir eylemin planlayıcısına ne yapılır? Saçları sıfır numara kesilip, tek başına hücreye atılır...

Saç kesme işlemi tüm koğuşların açıldığı orta koridorda gerçekleştiriliyor. Yaşlı başlı Emil ağabeyi tahta bir sandalyenin üstüne oturtmuşlar, sözde berber olan askerin elinde kör bir saç kesme aleti, rahmetlinin seyrek saçları sapır sapır önüne dökülüyor. Bu durumu protesto etmek istiyoruz. Ama ne yapabiliriz ki? Koridora bakan mazgal deliğinin etrafına toplanıp slogan atmaya başlıyoruz: "...Musa, ...Musa, ...Musa, ...Musa" Öyle de kafiyeli oldu ki, biraz sonra bizi duyan diğer koğuşlar da sloganlara katılıyor. Musa Paşa, TRT Genel Müdürü, astığı astık, kestiği kestik... Kısa zamanda TRT'yi askeri bandoya çeviriyor. O gün, her ne kadar Emil Abi'nin saçlarının kesilmesini engelliyemediysek de, hiç olmazsa, şanlı şerefli bir saç kesme merasimi yapmış olduk. Saç kesme merasiminden! bir süre sonra, Emil abi, bizim havalandırmaya bakan koğuşun penceresine geliyor. Hepimiz pencere önüne toplanıp sohbet ediyoruz. 'Hoş geldiniz, geçmiş olsun' faslından sonra Emil Abi: "Çocuklar sizin orijinal karşılama töreniniz beni nasıl mütehassıs etti, bilemezsiniz? Çok seviyorum sizleri, ama benim genç hanımım inanın sizleri benden de çok seviyor, ben dışarda iken hep sizleri anıyorduk" diyor. Daha fazla sohbet edemiyoruz, yetkililer bu azılı anarşisti! alıp götürüyorlar. Kendisine uygun bir hücre bulunamadığı için, cezaevinin ön tarafında bir oda veriyorlar. Biz Niğde'ye sevkedilmeden önce kendisini en son gördüğümde, koskoca avluda, hiç kimseyle konuşturulmadan tek başına volta atıyordu...

ALDIKAÇTI

'Nöbet bekleyen erler konuşmamıza ses çıkarmıyorlar. Sadece işgüzar olanları üstlerine yetiştirmek için ara sıra not tutmaya çalışıyorlar. Disiplin cezasının ikinci günü. Deniz yüksek sesle ve tane tane konuşarak anlatmaya başlıyor.. "Dinle Yusuf bizim yaptığımız resmen enayilik! Hani bu bizi yöneten, emirleri veren, herşeyi planlayan başkanımız; 'korkmayın kılınıza zarar gelmez, size kimse bir şey yapamaz' diye garanti vermişti bize. Ne oldu hani verilen sözler? Yahu işin şakası yok. Bu adamlar ciddi ciddi bizi asmaya hazırlanıyorlar, bizim başkandan ise hala ses seda yok. Başkan ne kadar büyük adam olursa olsun; son ana kalırsa bir aksilik olur, bakarsın o müdahale edemeden herifler bizi sallandırmışlar." Nöbetçi asker duyduklarını yazmaya çalışıyor ama yetişmesi olası değil. Ara sıra yazmayı bırakıp sadece dinliyor. Elinden gelse, Deniz ne olur biraz daha yavaş konuş not tutamıyorum diyecek.

Ortalık sessizleşince, nöbet değişimi için zaman dolmadığı halde, nöbetçi er essizce sıvışıyor. Er kapıdan çıkar çıkmaz, kahkahalar patlıyor. "Tamam zokayı yuttular, durun bakalım şimdi ne olacak?" diyor Deniz. Bir kaç dakika sonra ,bir yedek subay, gardiyanlardan birisi ile içeri geliyor. Subayın konuşması son derece kibar: "Deniz komutanım sana bir şey sormak istiyor. Asker sözü veriyorum, merak edilecek bir şey yok. Lütfen bizimle komutanın odasına kadar gel". Deniz son derece sakin "Bu saatte merak edilecek ne olabilir ki, açın kapıyı geleyim" diyor.

Hep birlikte çıkıyorlar. On - on beş dakika geçiyor, hala ses seda yok. Hepimiz meraktan çatlayacağız. Biraz sonra Deniz'in dış koridorda sağa sola selam veren sesini duyuyoruz. Hücresine kapatılır kapatılmaz, bizi meraklandırmadan 'mavra'nın devamını anlatmaya başlıyor: 'İzzet, ikramı görecektiniz... Komutan bu sırrı koparırsam, muhakkak general olurum diye düşünüyordu. Ne diller döktü adamcağız: 'Deniz evladım, aslında seni çok seviyoruz. Biz senin ve arkadaşlarının ne kadar yurtsever, ne kadar yiğit insanlar olduğunu biliyoruz. Bu işleri tek başınıza yapmadığınızı ve yapamayacağınızı da çok iyi biliyoruz. Arkanızda çok büyük adamlar var. (.......) Söyle şu kalleş başkanınızın adını, asker sözü veriyorum, kesinlikle idamınızı engelleyeceğim'. Bu uzun nutuktan sonra hemen araya girdim: 'Bizden herşeyi bekleyebilirsiniz ama kalleşlik asla! Bizden can çıkar sır çıkmaz. Eğer biz idam edilir ve başkandan bir ses çıkmazsa, arkadaşlarımız Aldıkaçtı'dan hesap soracaklardır.'

Birden şoke olmuş gibi davranıp, sözde düzeltmeye çalışıyorum: 'Bakın komutan, Orhan Aldıkaçtı ismi, rastlantıyla ağzımdan çıktı. Kendisi bizim başkanımız falan değildi. Lütfen üstlerinize gidip; Deniz'in ağzından kaçırdığına göre başları Aldıkaçtı imiş demeyin. Sonra ben hain durumuna düşerim.' Komutan öyle bir sevindi ki: 'Yok evladım. Kesinlikle kimseye bir şeyden bahsetmem. Yine de sizi kurtarmak için elimden geleni yapacağım' diyordu. Ama halini görecektiniz. Büyük bir meydan savaşı kazanmışçasına sevinçliydi.' (Not: Orhan Aldıkaçtı o dönem, Deniz'in sık sık kendisi ile kapıştığı, İstanbul Hukuk Fakültesi'nin Dekanı idi.)