Devletin ‘çevresel’ milleti

İnsan bir hayvan. Her hayvan gibi o da doğadan bağımsız bir varlık değil. Doğanın bir uzantısı ve ondan öğreneceği çok şey var. Öğrenileceklerin belki de en önemlisi birlik içinde çeşitlilik. Romalıların “a pluribus unum” dediği, modern anayasalcılığa Amerikan Devrimi yıllarında sokulan, hatta ABD’nin meşhur kartallı armasına da kazılan bu slogan, farklı sosyal mücadelelere de esin kaynağı olmuştur. Örneğin 20’nci yüzyılın sonlarında başlayıp 21’inci yüzyılın başlarında G-8 zirvesine karşı sokaklara dökülen alternatif küreselleşmeci “farklı” siyasal kesimlerin “antikapitalizm” başlığı altında “bir”leşmesi bu sloganla da ifade edilmişti. (BirGün gazetesinin eski okurlarının gayet iyi bildiği gibi BSP, GBK Parti Girişimi ve ÖDP’nin kuruluş süreçlerinde de böylesi bir “birlikte çeşitlilik” vurgusu dile getirilirdi.)

Bu mottonun ekolojiye ve insan-doğa ilişkisine de değen bir yönü var. Bu yönü en iyi anlatan anayasal kaynaklardan biri, sanıyorum ki Bolivya Anayasası’nın dibacesi…

Dibace veya daha yeni dille başlangıç, şu cümleleri içerir:

“Evvel zaman içinde, dağlar yükseldi, ırmaklar yatağını buldu, göller oluştu. Amazon bölgemiz, Chaco’muz, platomuz, yaylalarımız, ovalarımız yeşilliklerle ve çiçeklerle kaplandı. Bu kutsal Toprak Ana’yı çeşitli yüzlerle donattık ve o günden bu yana, her şeyin çoğulluğunu ve varlık ve kültürler olarak çeşitliliğimizi taşıyoruz. Halklarımız böylece mutluluk içindeydi ve uğursuz sömürgecilik günlerine dek ırkçılığı asla bilmedik.”

Tabiat anaya yapılan bu vurgunun bir “Çoğul Milletli Bolivya”da özel bir anlamı var. Anayasa, Bolivya’daki etnik çeşitliliği kucaklıyor ama bunu yaparken de referansı tabiat oluyor. Tabiatta çoğulluk esastır. Homojen tekdüze bir karakter yoktur. Farklılıklar kendi içinde bir denge barındırır. Doğa bir bütün olarak bu çeşitliliğin dengesiyle varlık gösterir. Toplumunu doğanın bir uzantısı olarak kurgulayan ve devleti, böylesi bir toplumun çoğulluklarını yansıtan ama tekil bir örgüt olarak tasvir eden bir anayasa, doğal olarak bu çeşitliliğe dair de hükümler içeriyor. Örneğin Anayasa’da resmî dil İspanyolca olarak belirlenmiş olsa da 36 farklı yerel dil de Anayasa tarafından bir zenginlik olarak tanınmıştır. Yani dışlayıcı olmayan ve zoraki bir özümleme amacı taşımayan anayasal düzen, birlik içinde çeşitliği tanırken bunu doğaya atıfla temellendirmektedir. Yani Bolivya halkı, doğanın bir uzantısı olduğu içindir ki çeşitlilikle bezelidir. Bunda da bir sorun yoktur. Doğayla kavga edilmez, harmoni yakalanır.

Bu, sözcüğün gerçek anlamıyla çevreci bir perspektifin ulusal soruna nasıl baktığıyla ilgili çok önemli bir örnektir. Türkiye’nin bundan öğrenecekleri olsa gerekir. Çevreci bir yurttaşlık tanımı, belki de Türkiye’nin kadim sorunlarını çözmek için ihmal edilen bir anahtardır. Devletin insan öğesinin çevreci bir renge bürünmesi, çevresel insan haklarıyla mümkün. Türkiye, bu konuda tamamen umursamaz değil. Anayasa’nın 56’ncı maddesi “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” diyerek bu çevresel hakkı ve bu hakka dayanarak devletin ödevini tanımış bulunuyor. Fakat bu hakkın ayrıntılandırılması ve alt ögelerinin açıkça tanınması gerekiyor.

SÖZLEŞEMEYE TARAF OLMASI GEREKİYOR

Örneğin çevresel hakların hayata geçirilmesinin siyasal katılıma ve çevresel bilgiye bakan yönü acil bir gereklilik. Bu gereklilik, Türkiye bu konudaki en ileri metinlerden biri olan Aarhus Sözleşmesi’ne hâlâ taraf olmaması gerçeğiyle birleştiğinde daha da önem taşıyor. Bu nedenle hem Sözleşme’ye taraf olmak hem de buna koşut güvenceleri tanımak gerekiyor.

AARHUS SÖZLEŞMESİ’Nİ İÇ HUKUKA AKTARMAK

Örneğin “çevresel bilgi”ye erişimin anayasal düzeyde tanımlanması bir zarurettir. Her yurttaşa, hava, toprak ve suya ilişkin talep ettiği tüm bilgiler derhâl sunulmalı dahası genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ile çevre projelerindeki alım-satım, maliyet analizleri vs. konularında şeffaflıkla bilgiye erişme olanağı sunulmalıdır. Bu yapılırken bilgi, teknik ve bürokratik prosedürlerden çıkartıp basit ve ulaşılabilir (örn. elektronik ortamda veri sunma vs.) hâle getirilmeli.

İkincisi; siyasal katılım olanaklarını çevreci biçimde geliştirici hükümlere yer verilmeli. Yani devlet, bir çevre projesine giriştiğinde, bu projeyle ilişkili halkı hem projenin erken aşamasında hem de ilerleyen her bir aşamada, konuya dair (ilan, ücretsiz bilgi sunumu vb. yollarla) haberdar etmekle, sürece ilişkin sorulara tatmin edici yanıtlar sunmakla ve “ilgili halkın” konuyla ilgili yaklaşımına uygun hareket etmekle yükümlü kılınmalıdır. Bunun tamamlayıcısı olan yükümlülük, ciddi çevresel etkiler doğurabilecek bir düzenleme (yasa, yönetmelik vs.) hazırlanmasında da geçerli olmalıdır. Yani çevre devleti, düzenleme taslaklarını halka sunmak, ilgili halkın görüşlerini doğrudan veya temsilcileri aracılığıyla sunmasını sağlamak ve icabında talepleri düzenlemeye yansıtmak yükümlü kılınmalı.

Bu türden yükümlülükler, önemli çevresel düzenlemelerin, içeriği belirsiz torba yasalarla tek gecede yürürlüğe girdiği Türkiye açısından oldukça önem taşıyor.

Üçüncüsü; çevrenin korunması, çevre üzerinde belli hakları olanların tasarrufuna bırakılamayacak denli önemli bir konu. Bu nedenle her yurttaşın çevresel müdahalenin baş gösterdiği yerde, konuyla ilgili bir menfaati olsun olmasın, yargısal yollara başvurma hakkı tanınmalı. Bu ekolojik insan haklarının olmazsa olmazıdır.

Paris İklim Değişikliği Sözleşmesi’ne konjonktürel nedenlerle katılma iradesi gösteren hükûmete bu metne taraf olmakta neden direndiğini, eğer uluslararası hukukla ilgili kaygıları varsa Sözleşme’nin gereklerini iç hukukta neden yapmadığını sormak zorundayız.