İsmail Güney Yılmaz’ın Klaros Yayınları'ndan çıkan şiir kitabı Güz Şerhleri, kendini her başlıkta tazeleyen üslubunun içindeki ısrarcı temalarıyla bir dönemin, özellikle de belli bir kuşağın çelişkili haleti ruhiyesinin panoraması.

Devrimcinin tavşan uykusu

Hakan SİPAHİOĞLU

o şenlikli çıkmaz sokak... / ne korkunç ki yok artık.
(hayal kurmanın doğal sınırları)

Şairle aynı kuşağı ve ne mutlu/yazık ki aynı dünya görüşünü paylaştığım için tanımakta hiç güçlük çekmediğim bir huzursuzluk hâkim mısralara:

Dünyayı değiştirmek isteyenlerin siperleri gümbür gümbür dövdüğü bir tarihin, hem de silinmeye yüz tutmuş yazılamaları halen duvarlarda, barut kokusu genizlerimizde kalacak kadar yakın bir tarihin matemiyle bugünün ve yarının dehşeti arasında kalmışlığın melankolisi.

DEVRİMCİ SORUMLULUK

Hangi ilk günahın bedeli olduğu meçhul bir cennetten atılmanın, devrimin vaktiyle bir ihtimal olduğu asr-ı saadetten dünyaya “düşmenin” varoluşsal krizi ile kovulduğu gökleri yeniden arzulayan devrimci sorumluluğun dayattığı umut, bu anlamda Güz Şerhleri’nde yer alan şiirlerde daimi bir çatışma halinde. Bugüne alışarak geçmişi (ve ancak geçmişte diri kalan vaatleri) unutmak ile hatıralara çakılı kalmak, yas sürecini asla tamamlayamamak arasında bir gerilim.

Dün ve bugün arasındaki çatışmanın sahası gökyüzüdür Güz Şerhleri’nde. Yücelmiş ve kartallara hükmetmiş bir geçmişin (“düzlükler”) mirası sırtımızdayken, aynı göklere atılacak bir bakış bizi betonla (“leke”), kara bulutlar ve kuduz yarasalarla (“daz”), akbaba gölgeleriyle (“mütekerrir”) yüzleştirmektedir artık. “Bizi bir korkuyla andıkları zamanlar” geride kalmış (“güzelleme”) ve gökler artık başka bir anlatının, tabiri caizse başka bir “melek kliğinin” hâkimiyetine geçmiştir: İçkimizden havaya uçuşan, meleklerin o payı / ve başı dönen meleklerden bize miras düşmanlık (“vantuz”).

BAHARIN MÜJDECİSİ

Gökler böyleyken şair şahsi imgesini ve siyasal aidiyetinin simgesini serçede bulur. Evet baharın müjdecisidir kuş (“nöbet”, “vantuz”)  - ama gökler bunca tehlikeliyken bir acziyetin ete kemiğe bürünmesidir aynı zamanda. Bir düşüş, yalnızlaşmanın getirdiği bir “ufalma”:

bir serçe kalbine yüklenmiş tüm varlığın, hatırlat / ve serçe kalbinin tümü pürtelaş, sağlıksız / bir telaş var, hep aynı, bu kafes küçülüyor, ah (“bu hikâyeye artık ulaşılamıyor”)

Tüm diğer sebepleri ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, ufalmanın maddi temeli yalnızlaşmadır ve şairin handiyse kitap boyu derdi, geçmişle bugünün mukayesesinde içinden çıkamadığı şok yalnızlıktan sebeptir:

yalnızlığa tüm adımlar işte göz göre göre. (“mütekerrir”)

çoktan unuttum bir başka / gölge görmeyi yanımda (“çoktan unuttum”)

Bu yalnızlığa, şairliğin neticesi mesleki deformasyondan da olsa gerek, mitolojik/peygamberane bir auranın merhemini sürdüğünü görürüz Güz Şerhleri’nin: Miras aldığı devrimci tarihi yalnız başına sırtlayabilmek için İbrahimi dinlerin peygamberleriyle (“mütekerrir”), Atlas’la (“hayal kurmanın doğal sınırları”) ve elbette Prometheus’la (“meczuba güzelleme”) kurduğu özdeşleşmeden kuvvet alır. Prometheus özdeşliğinin içerdiği ima, insanlığın bu topyekün uçuruma yuvarlanışının ortasında bir imkânsız görev üstlenmiş olmanın şaşkınlığı ve bocalamasıdır: Bu meczupça görev ancak dışarıdan bir dayatma, bir “cezalandırma” olarak algılanabilir - son dövüşün hikmeti “omzuna yazgılanmış”tır. (“geçitler”) şairin. Bu dışsal faktör tarih… ve uykusuzluk olsa gerektir.

ELLERİMİZDEKİ 'YAŞLANMIŞ ÇİÇEKLER'

Önce tarih: Ki geçmişin mirasına, “bizim de günümüz gelmişti” dedirten o anıya (“mutlak”) - çoktan değinilmişti. Bugün yalnızken, hatta “en azken”, “duyumsanan bir kalabalık yürüyüş gibi”dir ellerimizdeki “yaşlanmış çiçekler” (“meczuba güzelleme”). Tarihsel materyalist zorunluluk ilkesi bir devrimcinin “alet çantası”ndaki amiyane tabirle en “alelade” unsurdur zaten.

Fakat uyku, İsmail Güney Yılmaz’ın Güz Şerhleri’ndeki özgün buluşu.
Bunalımlı bir ruh halinin alamet-i farikalarından olan uyku eylemi, bu noktada kitabın en çok tekrar eden teması. Geleceği imleyen sabahlarla uykusuz geçen gecenin mesai sabahı birbirini çelmelemektedir çünkü şiirlerde. Uyku, göklerden daha karmaşık bir savaş alanıdır. Tarihsel mücadelesi gerileyen işçi, bedensel yeniden üretiminin asli unsuru olan uykudan da kaybettiğine göre (“uyku hep yorgunluk”, “uykumuz zehir”...) gelecek vaadi de uykunun bütünselliğinde cisimleşir:  gireceksin odama uykularla endişesiz (“reverans”), arayacağım güvenli boşluğunda bir olmanın uykusunu (“bu zamanda”), yarını hiç düşünmeden dalsaydık bir uykuya (“bir işçinin pazar düşleri”).

"GELECEK GÜZEL UYKULARIN UMUDU"

Gelgelelim sınıfın mevcut geri çekilme koşullarında bile, işçiyi kendi eyleyebilme kapasitesini tamamen yitirmiş kusursuz bir pasiflik olarak resmedemeyiz - uykular kısalıyorsa tek sebebi olarak çalınması gösterilemez. İşçi “gelecek güzel uykuların” umuduyla kendini aktif olarak da uykusuz bırakabilir - en azından işçinin derdinin tecessüm ettiği şair için bu böyledir. “Geçmişin tamtam sesleriyle bezeli” bu kin atlasında erken uyumak haramdır artık - uykusuzluğun bir sebebi de tarihe bakmanın heyecanıdır (“j’accuse”), “yazmalısın bu geceye bunları uyumadan” diye salık verir şair (“güzelleme”).

Öte yandan göklerin kaybı ve günümüzün çıkışsızlığı ile birleşince bir sınıf öfkesinin ve devrimci dinamizmin bileşkesi gibi görünen “uyku”nun ikircikli, oyuncaklı bir rol oynadığı şüphesi belirir. Gelecek vaadi olarak “kusursuz uyku” ile “yarı ölüm” olarak uyku arasında bir rol değişimi söz konusu olabilir mi?
İki şiirde duyduğumuz sala sesleri, ölüm söylenceleri olur kalırdı şiirlerim (“düzlükler”) farkındalığı veya ölüm ve cennet imgesinin iç içe geçtiği bir “gri uçmak” imgesi (“başlangıç için mitoloji”) ile beraber okunduğunda eksik uykuların “toprağa öykünmesi” (“nöbet”) tuhaf bir vaade dönüşür.

“bu otobüs bir tabut / bizi mezarlarımıza taşıyor” (“kasiyer”). 
o dünün ne çok yakıştığı şimdiki kapkara kalabalığa / yüzlerinde cenaze merasimleri izlediğimiz şu insanlara (“non serviam”)

İNSAN GİBİ YAŞANACAK GÜNLERE

Ölüm imgesi, yalnıza ülkenin ve dünyanın mevcut koşullarına “yaşamak bu değil” isyanının şiire tercümesi olamaz - her geçen günün (“ezbere karanlığın”) insan gibi yaşanacak günleri dünya gözüyle görme ihtimalini azalttığını bilmenin endişesi, şairin/öznenin ömrünü vakfettiği amacın fiziksel tecrübesinden muaf kalacağını kanıksadıkça yaşadığı dehşeti de imler - “duraklar ne etsen de seni eskitecektir” (geçitler). Bu anlamda “bir günü daha öldürmenin o tuhaf neşesi” (cenin) çelişkiye Camus’yü andıran bir katman daha ekler, ölüme doğru gidişi mevcut absürditeden kurtuluş olarak okuyabilmenin tesellisi. Yazının başında kast ettiğim “kuşak sorunu” budur işte: Devrimi görmeden ölecek bir devrimci kuşak, belki de ölümle o “kusursuz uyku” arasındaki kahredici anlamsal boşluğu şiirle kapatmalıdır. Yoksul damlarından kaçınılmaz olarak akacak yağmur (“güzelleme” belki de bizim kuşağımızın mezarları üzerine yağacak “rahmetin” endişesini de içinde barındırır.

Değil mi ki ömrümüzün çok uzun süren zifiri beyhudeliklerindeyizdir (“bu zamanda”, “j’accuse”), belli ki sabaha daha çok vardır ve bu uykusuzluk ağırdır (“başlangıç için mitoloji”) ve bu dem hep korkunçtur bir önceki günümüzden (“çoktan unuttum”), Yedi Uyurlar gibi bizim zamanımız gelene kadar uyuyamayacaksak eğer, belki de kendimizi “uyutmanın” vaktidir.
ah bir dünya, bir dünya oyulmalı / hiç yaşayamamış ne çok insana (“bir işçinin pazar düşleri”).

Dünyayı “oymak”: Mezar “eşmek” ya da “kazmak” değil belki ama dünya denen cansız varlığı “yontmak” da değil. Oyma eylemi, 2023’ün ayaklı ölülerine nihayet yaşayabilecekleri bir dünya sunmakla en azından ebedi bir “istirahatgâh”, bir mezar yapmak arasında kalmanın fiiline dönüşür. Fakat şair kendini “tarihsel bir zorunluluğa” mahkûm kılan dışsal etmenleri teşhis ettiği kadar, kendindeki bu umutsuzun kaynağını da bulup gösterebilir: “bana yansımamı izleten / yarınsızlığımı gösteren / bana durmayı öğreten / yeni dünya vitrinleri”

Öyleyse bugünü mümkün kılan şeylerden biri, “yarınsızlık” ideolojisini tahkim eden düzenlemeleri de bünyesinde taşımasıdır - şairin vitrine, delinin kuyuya atacağı taş “o güzel uyku” vaadini de çoğaltmalıdır, “uyku” imgesinin ölüme de göz kırpan o acı ironiyi taşıdığını da gözardı etmeden, çelişkinin içinden birbirini dışlayan iki doğruyu aynı anda söyleyerek çıkıyor da olsa, yalan söylemeden.

Schrödinger’in kedisi misali, bu iki uykudan hangisinin kast edildiğini görünceye değin, şairin - işçinin, devrimcinin - uykusu huzursuz bir tavşan uykusudur.

----

GÜZ ŞERHLERİ

İsmail Güney Yılmaz

Klaros Yayınları, 2023