Dilek, dile, dileme, dilen, dilenen, dilenme... Yine alıntılarım olacak ama bu kez birazcık daha ayrıntılar için birazcık daha uzun tutulacak gibi görünüyor aktaracaklarım. Konu; bu amansız düzende, genelde “kolay para kazanmanın yolu“ denilen, takıntılarımdan biri, dilencilik mesleği ile ilgili. Meslek mi? Ben söylemiyorum; Prof. Dr. Korkut Tuna, bir yaşam izlemi (stratejisi-takipçisi) olarak dilenciliği anlattığı, Aynur Erdoğan’la söyleşisinde böyle diyor (Dünya Bülteni):

“Konuğumuz İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı ve Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Korkut Tuna’ya, yoksulluğun bir görünümü olarak dilenciliği sorduk. 2008 yılında düzenlenen Dilencilik Sempozyumu’nun bilim kurulunda yer alan Tuna, dilenciliğin yoksulluk boyutunun yanı sıra sosyo-psikolojik özelliklerine dikkat çekti... Sempozyumdaki konuşmanızda dilenciliğin bir kent sorunu olduğunu söylüyorsunuz. Öncelikle tarihsel algıda dilencilik bir sorun mudur?“

“Belki de bu tarz yaşam biçimini seçmiş insanların toplum içinde ancak bu ilişkilerle var olabildikleri çerçevesinde bakıp sayılarının çok arttığını görürsek, o zaman bir sorundan bahsedebiliriz. Ama benim görüşüm, dilenciliğin bir t

ür yaşam biçimi gibi, adeta bir meslek gibi kabul edilmesidir. (...) Bu insanlar bir yerden sonra hayatta kalabilme veya yaşantılarını sürdürebilme biçimini elde ediyorlar. Dilencilik, onların bir şekilde kendilerini yeniden üretmelerine izin veriyor...“

“Özel kültürü, yaşam biçimi olan bir meslekten bahsediyorsunuz?“

“Evet. Tabii bunu sadece günümüz boyutuyla değil biraz tarihi perspektifi içinde düşünüyorum. (...) Çocukluğumda, hatırlıyorum; dilenciler gelirlerdi sadece ekmek verilirdi. Ekmek önemli bir şeydi belki ama sırtlarındaki torba kuru ekmek doluydu. Sadece kuru ekmekle yaşamanın güçlüğü günümüzün koşulları için de geçerli...“

“Dilenciliğin fakirlikle ilgisi?“

“Ben fakirlikten çok, bir meslek olarak icrasını gördüm... Dilenmek bir başka boyuta geçmek gibi oluyor. Başka bir deyişle; insan, kişiler arası ilişkide, kendi kimliği veya düşüncesinde, kendi hakkındaki düşüncelerinde başka bir boyuta geçiyor. İnsan, mesela ‘canım çekti bir lokma ver’ diyebilir ama dilencilikte devamlı istemeye tabiisiniz. Ve burada sıradan isteyişler geçerli değil. Kendinizi, yardım edilmesi gereken bir hale çevirmeniz gerekiyor. (...) Bütün bunlar bize, onların, istemenin bir yolunu bulduklarını gösteriyor. Dolayısıyla bence bütün bunların bir yoksulluktan çok bir meslek olarak, bir bilinçli hareket olarak, bir hayat tarzı olarak algılanması gerekiyor. (...) Dilencilikte, her yere ve koşula göre bir isteme tekniği var. (...) Dilenme bir hayat tarzı, bir geçim biçimi olarak insanların kendilerini bu şekilde ortaya koymaları ve bundan hiçbir şekilde sıkıntı çekmemeleri, herhangi bir mağduriyet hissi duymamalarıdır. İnsanın bazen hoşuna gitmeyen yanları oluyor, üzülüyor yani yapmamam gerekirdi diyor. Burada öyle bir şey olmuyor. Bilinçli bir biçimde yani hangi koşullarda kimden ne alınabilir... (...) Dilencilik örgütlü bir şey. İnsanın kendi davranışını ve diğer insanlarla olan ilişkisini iyi hesaplamasıyla ilgili bir faaliyet...

“17-18. yüzyıllarda İngiltere ve Fransa’da nüfusun yüzde 10’u, 1736’da Osmanlı’da nüfusun yüzde biri dilenciymiş. Bu yılda dilenci olarak tespit edilen 322 kişiden 70’i gerçekten dilenecek durumdaymış. Aynı tarihte Paris’te dilenci sayısının bu rakamın 100 misli olduğu söyleniyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında, modernleşme sürecinde Osmanlı’da da tablo değişmeye başlıyor...”