Din dünyası, teolojik olduğu kadar siyasal gelişmeler içerisinde evrimleşen ve değişim/dönüşüm geçiren bir yapıdır. Bu anlamda “din bu” söylemi gerek hedef aldığı muhataplar açısından gerekse de, “buyurgan” dili itibariyle, bağnaz kuşatma karşısında başarısız olmaya mahkûmdur

Dinden paslı çiviye uzanan yol

Aydın Tonga

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayımlanan Dini Terimler Sözlüğü’nde, evlilik yaşı olarak buluğ çağının işaret edilmesi ve hatta bu çağın erkekler için 12, kız çocukları için 9 olarak özellikle belirtilmesi, haklı olarak tepkiyle karşılandı. Zira burada açıkça “çocukların” evliliğinden bahsediliyordu. Meseleyi içinden çıkılmaz hale getiren diğer bir durum ise, kurumun resmi olarak “dini” ve aynı zamanda “kamuyu” temsil etme noktasında karşımıza çıkmasıydı; yoksa din adına kimler neler söylemiyordu ki?

Nereden bakarsak bakalım, “çocuk yaştaki evlilikler” konusu başta olmak üzere Diyanet’in pek çok konuda “fetva” olarak açıkladığı görüşler kabul edilemez. Kamu yani toplum olarak bunu kabul edemeyiz, zira laik bir ülkede belki bir eşgüdüm yani koordinasyon kurulu olarak bütün inançların temsil edileceği bir kurum, dinler dünyasını tekelleştirerek hareket edemez. Böylesi bir kurumda bırakın çiğsi ve insanlık dışı açıklamaları, belirli din/mezhep propagandasının yapılması dahi züldür, toplumun geri kalanına, eşitlik/adalet ilkesine açıkça hakarettir bu.

Diyanet İşleri Başkanlığı “din” adına da böylesi “otoriter” ve “hakikat merkezli” açıklamalar yapamaz. Nitekim selefi örgütler ve cihatçı yapılanmaların beslendiği en büyük kaynak tam da bu “hakikat odaklı” din söylemine dayanmaktadır. Diğer bir ifadeyle bu yapılar “din adına” hakikati savunduklarını ve dahi uyguladıklarını dile getirerek, alçakça katliamlar işlemekte ve dindar, inançsız ayrımı yapmadan insanlara zulmetmektedirler. Çünkü onlara göre “hakikat” tektir ve bu hakikate uymayan herkes cezalandırılmalıdır. Hal böyle olunca, “hakikat tellallığına” soyunan herkes bir biçimde selefileşmiş, katı Ortodoks din anlayışına hizmet etmiş oluyor; Diyanet’in kimi fetva ve açıklamaları da böyle.

Elhak Diyanet’in şu anki kurumsal yapılanmasının ve hakikat merkezli açıklamalarının kabul edilebilir bir yanı yoktur. Lakin “hakikat” meselesi Diyaneti ve cihatçı örgütleri de aşan bir tarihsel sürecin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki, İslam Peygamberi'nin ölümünden yaklaşık iki yüzyıl sonra örgütlenen mezhepler, dinden anladıkları hükümleri “İslam hukuku” adı altında kitaplaştırmışlar ve bu kanunları adeta “dokunulmaz” addetmişlerdir. Buna göre ancak “mutlak müçtehid” hüküm buyurabilir. Mutlak müçtehidin dışında kimse İslami kaynakları referans göstererek “hüküm” çıkaramaz. “Mutlak müçtehid” mertebesine ulaşmak ise neredeyse imkânsızdır. O halde, bundan yaklaşık 1200 yıl önce belirlenen “İslami Kanunlar” (Fıkıh) genel geçer dini yasalar olarak kabul edilmelidir. İşte meselenin çıkmaza girdiği yer burasıdır. Çünkü egemen İslam dünyası, fıkıh konusunda yukarıda sözünü ettiğimiz yaklaşım çerçevesinde hareket etmektedir.

“Köhne fikirler paslı çivilere benzer. Kolay kolay yerlerinden sökülmez,” der Cenap Şehabettin. Hele hele bu fikirler iktidar çeşmesinden akan rant ve menfaat sularıyla büyümüşse, kökü çok daha derinlerdedir; etrafında biriken çalı çırpı çoğalmış hatta o çivileri korumak için kalkan olmuşlardır. Mezhep diktası da bu anlamda bir paslı çivi gibidir; lakin o çivi, din dünyasının neredeyse tamamının üzerine çakılmıştır. Örneğin bugün imam hatip liselerinde mezhep öğretileri hâkimdir dahası koca koca ilahiyat fakültelerinde bile aynı durum geçerlidir. “Fıkıh” adı altında mezhep propagandası yapılmaktadır. Ve maalesef cihatçısından, üniversitelisine kadar beslenilen kaynak aynıdır, kaynak işte o paslı çividir.

Peki, bu bağnaz kuşatma, “din odaklı” despot rejim inşası karşısında ifşa edilmesi gereken bizatihi “din” mi, yoksa “din adına” hareket eden yapılar mı olmalıdır? Burada hemen “din adına” hareket eden yapılarla “din”in aynı olduğu itirazı dillendirilebilir. Ama işte ne sosyolojik olarak ne de yorum farklıları açısından ikisi ayndır. Üstelik İslam dünyası açısından bu ayrışmanın tarihi “ehli hadis” ve “ehli rey” olarak yüzyıllar öncesine kadar gitmektedir. Dolayısıyla bu bağnaz kuşatma karşısında hedef alınması gereken bizatihi “din” değil, din adına hareket ettiğini söyleyen kurum ve yapılar olmalıdır. Tam da bu anlamda “din bu, başka din yok” sözlerinin yanlış bir hedefe yöneldiğini ifade edebiliriz. Dahası “din bu” söylemi tersinden “selefi” söylemi destekleyen ve onu besleyen bir argümandır. Çünkü bu argüman bir taraftan Selefi/Ortodoks yapıların saflarını sıklaştırıp “doğrularını” teyid ederken, diğer taraftan da, ılımlı/mutedil dindar kitleleri- savunma içgüdüsüyle- Selefi örgütlere yaklaştırabilecektir.


Bağnaz tiranlığın örgütlü her biçimine, söylem ve eylemlerine hiçbir biçimde geçit verilmemelidir. Tarih, aksi durumda neler olabileceğini en acı sonuçlarıyla ortaya koymuştur. Fakat din dünyası teolojik olduğu kadar siyasal gelişmeler içerisinde evrimleşen ve değişim/dönüşüm geçiren bir yapıdır. Bu anlamda “din bu” söylemi gerek hedef aldığı muhataplar açısından gerekse de, “buyurgan” dili itibariyle, bağnaz kuşatma karşısında başarısız olmaya mahkûmdur. Yazıyı “Türkiye’de Laiklik ve Sol” kitabının da yazarı olan Özgür Şen’in bir değerlendirmesiyle sonlandırmak yerinde olur. Bakınız Şen, IŞİD gibi çarpıcı bir konuda bile nasıl uyarıyor bizi: “IŞİD’e karşı ateizm bayrağını açmanın, ‘başka İslam yok, Müslümanlık da bu’ demenin dünyanın en ahmakça işi olduğunu söyleyebilirim. Baştan aşağı siyasi bir sorunu, teolojik bir düzlemde ya da inançlar dünyasında çözemezsiniz.”