Dinselleşme ve aydın kırımı: 2 Temmuz

FATİH YAŞLI

Türkiye tarihinin “merkez-çevre”, “batıcı elitler-mütedeyyin halk” vs. gibi ikilikler üzerine kurulu okuması, “çevre”nin ve “mütedeyyin halk”ın siyasal temsilcisi olduğu varsayılan Türkiye İslamcılığının “mağduriyet” üzerine kurulu anlatısını beraberinde getirmiştir.

Bu okuma ve anlatı açısından, bir yanda değişmez bir öze sahip olan, tarih ve sınıflar üstü bir devlet, diğer yanda ise onun mağdur ettiği, baskı yaptığı, dışladığı dindar halk ve siyasal temsilcileri vardır.

Söz konusu okuma biçimi, sınıf, sınıf mücadelesi, kapitalizm, emperyalizm gibi kavramları analizin dışında tuttuğu için, devletteki ideolojik ve söylemsel değişiklikleri, yönetme teknolojilerindeki konjonktürel biçimlenmeleri görmez, daha doğrusu kendi hegemonik pozisyonu adına görmezden gelir.

Oysa özellikle Türkiye’nin Soğuk Savaş’a hızlı bir şekilde dâhil oluşuyla birlikte, yani Türkiye kapitalizminin 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzenine entegrasyon arayışıyla birlikte antikomünizm siyasetin merkezine yerleşecek, bu da devletin dine ve dini akımlara bakışını değiştirecektir.

Eğer AKP’nin tarih-öncesi ve iktidara nasıl yürüdüğü anlaşılmak isteniyorsa, bakılması gereken yer Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları, öncelikleri ve yönetme teknolojileridir. Türkiye kapitalizmi, işçi sınıfının ve solun siyaset sahnesine çıkışına paralel bir şekilde, “antikomünist bir panzehir” olarak “kontrollü” bir dinselleşme siyaseti izlemiş, sonuç ise AKP iktidarı olmuştur.

Tam da bu nedenle devletle dini akımlar arasındaki ilişkinin tarihi “uzlaşmaz bir çelişki”nin değil, “gerilimlerle, krizlerle ve güç mücadeleleriyle yüklü bir ittifak ilişkisi”nin tarihi olarak kavramsallaştırılmadır. Buradan yola çıkıldığında, Türkiye İslamcılığının tarihinin bir “mağduriyet tarihi”, İslamcıların ya da “dindar halkın” da “mağdur özne” olarak okunmasının yanlışlığı ortaya çıkacaktır.

90’lar: Aydın kırımı

1990’lı yıllar, bu okumanın neden yanlış olduğunu gösteren sayısız örnekle doludur. 90’lar boyunca bir yandan Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu gibi sol-Kemalist aydınlar planlı bir kırıma uğratılırken, öte yandan devletin en tepesindeki isimler, başta Gülen Cemaati olmak üzere tarikatların, cemaatlerin toplantılarında, etkinliklerinde boy göstermeye başlamış, İslamcılığa devlet eliyle bir meşruiyet tesis edilmiş, 12 Eylül’ün ideolojisi olan Türk-İslam sentezi bu süreçte devlet içerisindeki yerini iyiden iyiye sağlamlaştırmıştır.

İşte 2 Temmuz 1993 ‘te Sivas’ta Türkiye tarihinin en büyük katliamlarından birinin yaşanmasını, hükümetin, güvenlik güçlerinin ve “laikliğin bekçisi” ordunun katliamı seyretmesini, dahası devlet içerisindeki bazı odakların katliamda doğrudan dahlinin bulunmasını ancak bu tarihsel bağlamın içerisine yerleştirdiğimizde, yani devletin sola karşı izlediği dinselleşme politikalarını ve devletle İslami akımlar arasındaki ilişkiyi doğru okuduğumuzda anlamamız mümkün hale gelmektedir.

İslami mitolojinin en büyük mağduriyet hikâyelerinden biri olan 28 Şubat süreci dahi, siyasal İslam’a yönelik bir tasfiye operasyonu olarak değil, solun yokluğunda siyasal İslam’ın temsil ettiği yoksul kitlelerin düzen dışına yönelme potansiyellerine karşı bir ön alma operasyonu olarak görülmelidir. Bir “restorasyon hamlesi” ile Milli Görüş’ün içerisinden neo-liberal politikaları hayata geçirirken sosyal patlamaları önleyebilecek, yoksul kitleleri düzenin sınırları içerisinde tutacak, ABD’yle, AB’yle, IMF’yle herhangi bir sorunu olmayan, devletin ve düzenin 90’lı yıllar boyunca yaşadığı hegemonya krizine çözüm üretebilecek yeni bir oluşum, yani AKP çıkarılmıştır.

Bu nedenle aydın kırımından, 2 Temmuz’dan, 90’ların karanlığından, 28 Şubat’tan ve düzenin krizinden AKP’ye uzanan tarihsel bir yol vardır; AKP devletin ve düzenin elli yıllık dinselleşme siyasetinin mantıki bir sonucu olarak ortaya çıkmış, kriz çözücü karakteriyle devletin ve düzenin has partisi olmuştur.

Bugün

Bugün gelinen noktada, düzenin yeniden çoklu bir kriz konjonktürüne girdiği, AKP’nin bu krizi çözme güç ve yeteneğini yitirmeye başladığı, çubuğu giderek zora doğru büktüğü ve dolayısıyla varlığının Türkiye’nin düzeni açısından sorgulanır hale geldiği görülebilmektedir.

İşin ilginç yanı, düzen çare olarak toplumun önüne ancak “2000’lerin başındaki AKP’yi” koyabilmekte, AKP’nin 2000’lerin başındaki hüviyetine bürünmesinin imkânsız olduğu bilindiği için de muhalefetten bu hüviyete bürünmesi istenmekte, neo-liberalizmle ılımlı İslam arasında yeni bir mutabakat tesisi talep edilmekte, muhalefet de bu talebi hevesle kabul etmektedir.

Yapılması gereken, bir yandan düzenin çok boyutlu krizini solun güçlü bir siyasal aktör haline gelişi içim bir fırsata çevirecek siyasal stratejiler geliştirmek, öte yandan ise sağın alternatifi olarak yine sağın sunulduğu bir senaryoya olabildiğince güçlü bir şekilde itiraz etmektir. Yeni 2 Temmuz’larla da, yeni AKP’lerle de karşılaşmamanın yolu tam olarak buradan geçmektedir.