Türk edebiyatında 1950 kuşağının temsilcisi Adnan Özyalçıner, bugüne kadar yayımladığı 13 öykü kitabını Toplu Öyküler’de buluşturdu. BirGün’e konuşan Özyalçıner, “70 yılın öyküsünü anlatıyor kitaptaki öyküler” dedi.

Direniş öyküleri

Kadir İNCESU

İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nda 102 gün süren grevimiz sırasında tanıştım Adnan Özyalçıner’in öyküleriyle… “Grev Bildirisi”ydi okuduğum ilk öyküsü. Kısa sürede, yazdığı ne varsa bulup okumuştum. 25 yılı bulan tanışıklığımız zamanla dostluğa evrildi. Her görüşmemizde uzun uzun sohbet eder, geçmişten günümüze aklınıza gelmeyecek konularda da konuşuruz. Bugüne kadar okurla buluşan 13 öykü kitabının yer aldığı, Everest Yayınları tarafından yayınlanan “Toplu Öyküler”i için bir araya geldik bu kez.

Çocukluğunuz 2. Dünya Savaşı döneminde işçi mahallesi olan Karagümrükte geçti. Bu dönem hayata bakışınızı nasıl etkiledi?

Savaşın getirdiği yoksunluklarla yoksulluktu çocuk olarak beni de etkileyen. Başta doğru dürüst ekmek bulamamaktı. Düpedüz aç kalmasan da istediğini yiyememek, istediğin kadar yiyememekti. Vesika ile verilen ekmeği bile. Lastik ve kauçuk savaş araçlarına harcandığı için gazete kâğıdından yaptığımız toplarla oynamak zorundaydık. Yalnız güneşli günlerde o da. Yağmura kalmadan. Herhangi bir su birikintisine kaçırmadan. Hava saldırısı, korkusuyla kaçış kaçış yaşanan günler, Uzayan ekmek kuyruklarında daha çok biz çocukların beklediği günler. Neredeyse oyuna vakit kalmayan gülmesiz, eğlenmesiz günler. Karartma altında körlemesine yaşanan geceler. Ne bir şarkı söyleyenin, ne de bir masal anlatanın olmadığı.

İstanbul Erkek Lisesinde öğrenciyken, okul içerisinde yapılan bir öykü yarışmasında yazdığınız öykünün aşırı gerçekçi” bulunması hayata, öyküye bakışınızı nasıl etkiledi?

Öykünün aşırı gerçekçi sayılışının nedeni, kimi argo sözcükleri kullanmamla ilgiliydi. Mahallede halkın kullandığı konuşma dilini yeğlemiş olmamdı. Onlar yaşadıkları yoksullukla içine düşürüldükleri yoksunlukların ayırdındaydı. Ama bu gerçeği ifade edemiyorlardı. Benim öyküdeki amacım onların ifade edemedikleri gerçeği ortaya koymaktı. Yaşadıklarını yaşadıkları gibi anlatmak.

Adnan Özyalçıner deyince akla 50 Kuşağı ve a dergisi” de geliyor. 50 Kuşağının ve a dergisi”nin edebiyatımıza etkisi için neler söylersiniz?

50 kuşağı da, “a dergisi” de siyasal ve sanatsal bir başkaldırıdır. En başta hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılışına bir direnişti. İnsan hak ve özgürlüklerini savunmaktı. İkincisi yaşanan gerçeğin, düpedüz yaşam gerçeğinin edebiyatımızda yüzeysel, basmakalıp, alışılagelmiş, "gerçekçilik" diye nitelenen anlatımına sanatsal bir karşı çıkıştı. Yaşam gerçeğinin anlatımında çok boyutlu, bir gerçekliğe ulaşmak için anlatım biçimimizi yenilemek. O dönemin İtalyan sinemacılarının “neorealiste - yeni gerçekçi” akımıyla, Fransız sinemacılarının “yeni dalga” hareketiyle bir etkileşimi de olabilir bu çıkışın. Daha çok varoluşçu kitaplar ve yazarlarla ilgilendiğimiz o dönemlerde İtalyan yeni gerçekçileriyle, Fransız yeni dalgacıların filmlerini de büyük bir ilgiyle izliyorduk.

 50 Kuşağı deyince, birbirinden değerli arkadaşlarınızdan da söz etmeliyiz. 50 kuşağı edebiyatçılarının birbirleriyle nasıl bir ilişkisi vardı? Birbirlerini ve yazın hayatlarını nasıl etkilediler?

50 kuşağı bir arada olan bir kuşaktı. Buluşulan iki kahve vardı, Biri Beyoğlu'ndakí Baylan Pastahanesi, ikincisi Yenikapı’daki Kemal Bey'in kahvesi. Üstelik bu kahve ve pastahaneye yalnız yazarlar gelmezdi. Ressam, aktör ve aktris, müzisyen arkadaşlarımızla da bir aradaydık. Daha lise yıllarından başlayan edebiyat matinelerinde de bir arada olurduk. Bu yüzden birbirimizi gerçeğe bakış, gerçeği ele alış bakımından etkilemiş olabiliriz. Başlangıçta varoluşçu düşüncedeki birlikteliğin de sağladığı bir görüş açısı edindiğimiz söylenebilir. Başta da, daha sonralar gelişerek Marksist düşüncenin gerçeği ele alışımızdaki payı hep olmuştur.

Bazı isimler söylendiğinde hemen ardından bir isim daha söylenir sessizce… Özdeşlemişlerdir. Sennur Sezer deyince Adnan Özyalçıner, Adnan Özyalçıner deyince Sennur Sezer gelir akıllara herhangi bir uyarana gerek kalmadan… Nasıl bir dünyanız vardı?

Sennur Sezer, 60 Kuşağı'ndan olmasına karşılık 50 Kuşağı ile içiçe olmuştur. 50 Kuşağı’nı en yakından izleyen odur. Bu yüzden baştan beri vazgeçilmez bir arkadaşımızdı Sennur. Özellikle “a dergisi” grubunun. Yenikapı kahvesi günlerinde. Duygusal ilişkimiz, arkadaşlık günlerimizden çok sonradır. Aramızda değişmeyen o arkadaşlık duygusu olmuştur.
Onca yakınlıkla birlikteliğimiz ondandır. Bir birimizi karı-koca olarak pek görmedik galiba. Bir yazar, bir şair olarak arkadaşlığımızı koruduk. Günlük yaşamın zoruyla arada birbirimizi karı-koca olarak gördüğümüz de oldu elbette. O zaman evlilik kuralları gereği çatışırdık. Bir yazar, bir şair olarak, arkadaşlığımızın verdiği güvenle birbirimizi kolladık. Birbirimizi etkiledik. Birbirimizden etkilendik.

a dergisi Yayınları arasından çıkan Panayır” ilk kitabınız olmasına karşın ölümün anlatıldığı tematik öykülerden oluşuyor. Aslında yaşama kafa tutan, umuda dirilten öyküler değil mi?

“Panayır”daki yedi öykü ölümle biter. Ama öykülerin hiçbiri ölümün karalara bürünmenin çağrısı değildir. Tersine yaşama, yaşamın yüceliğine ışık tutar. Anlatılanlar yaşananlardır. Yaşamın geçerliğidir. Yedi öyküye eklenen iki “sonuç” öyküsü zaten yaşama umudunu öne alan öykülerdir. Sonu ölüm de olsa -hem bireysel, hem toplumsal açıdan- yaşam, yaşanası bir şeydir, yaşanası bir yer olmalıdır.

Yağma”da yer alan öykülerinizde neden farklı bir anlatım tarzına gerek duydunuz?

“Yağma”, bir kentin öyküsüdür. Alt başlığında da belirtilir bu, “Yağma”daki öyküler kentle, kent yaşamıyla olan bir hesaplaşmadır. Her gün hepimizin bir şeyler yağmaladığı ve her gün hepimizin bir şeylerin yağmalandığı bir şehrin öyküsü. Kişilerin birbirinden çok şehrin kendisiyle, yani eşyayla olan ilintilerindeki çelişkiler “Yağma”daki öykülerin başlıca özelliklerindendir. Bu soyut bir yapı-insan, eşya- insan çatışması olarak görülemez. Tersine kişilerin şehirle olan çatışmalarında yoksul-varlıklı, yöneten-yönetilen gibi kesinleşen somut ayrımlar etkendir. Değişik bir anlatımda görünüyor olması bundandır.

Panayır”, Sur”, Yıkım Günleri” ve Yağma” adlı öykü kitaplarınız hem bağımsız, hem de bir bütünün anlamlı parçaları olarak da görülebilir. Bu durum kendiliğinden mi oluştu yoksa en başından itibaren yapmak istediğiniz bir şey miydi?

Aşağı yukarı benim bütün kitaplarımda bu görüş egemendir. Öyküler birbirinin devamı olmasa da tematik bir bütünü oluşturur. Öykülerin her kitapta bir bütünlük oluşturmasını, elimden geldiğince yapmak isterim.

Sizi yakından izleyen okurlarınız öykülerinizdeki değişimi yakından görebiliyor. Bunca süreçte gerek öyküye bakışınız, anlatımınız değişmedi. Her zaman işçileri anlattınız. Betimlemeleriniz azalıp, metinleriniz kısalsa da gerçeği anlatma biçiminiz değişmedi. Adnan Özyalçıner öykücülüğünü nasıl anlatırsınız?

Benim öykülerime yaşananları yaşandığı gibi aktaran öyküler diye bakılabilir. Yaşananların yaşatılanlarla yoğrulduğu öyküler olarak.



Bugüne kadar yayımlanan 13 öykü kitabınız 1192 sayfa ve özel ciltli olarak Toplu Öyküler adıyla Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabı ilk elinize alıp, sayfalarını çevirdiğinizde neler hissettiniz?

Kitap 70 yıllık bir yaşantıyı elle tutulur bir hale getirdi benim için. Bu beni sevindirdi. Aynı anda hüzünlendim. Çekilen bütün o acılar unutulmadı daha çünkü. Karalığı bugün de sürüyor/sürdürülüyor.

Okurlarınız toplu öykülerde nasıl bir tarihi sürece tanıklık edecekler?

Dedim ya, 1953'ten başlayan 70 yılın öyküsünü, yaşananlarını, yaşanılanlarını anlatıyor kitaptaki öyküler. Demokrat Parti'nin çok partili düzen içindeki coşkulu başlangıcından baskıcı dönemine, 1960 askeri yönetimiyle devrilişine kadar olan sürecin öyküleri yer alıyor en başta. 1960 devriminin özgürlükçü düzeninin ardından gelen 12 Mart 1971 Muhtırasının karanlık günlerinin öyküleri, 12 Eylül 1980 darbesinin baskıcı yaşamı, 2000'lerden bu yana yaşadıklarımızdan Gezi Parkı öyküleriyle pandemi günlerine kadar, uzanan bir tanıklık bekliyor okuru.