Seyretmek ve insanı çileden çıkaran adaletsizliğe tanık olurken günlük yaşamı devam ettirmek, tüketiyor insanı. Başka birine, başka bir şeye dönüşüyoruz. Yaşıyor muyuz, yaşıyoruz.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Dışarıda, çürüyerek hayatta kalmak…
Çizim: Fahrettin Engin Erdoğan

Doç. Dr. Murat Sevinç

Perşembe akşamüstü, Gezi tutuklularına ‘dışarıdan’ mektup yazmak üzere bilgisayarın başına oturmak üzereyken internete baktım ve haklarında verilen mahkûmiyet kararlarının bir kısmının Yargıtay’ın filanca dairesince onandığını okudum. Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku. Mücella Yapıcı ve Hakan Altınay neyse ki, adli kontrol şartıyla da olsa, tahliye edilmişti. Önce, yazıdan vazgeçtim, hatta sevgili Elif Ilgaz’a bunu ilettim. Anlatılması güç bir iç sıkıntısıyla uyudum. Cuma akşamı yeniden yazmaya karar verdim. Ne diyeceğimi bildiğimden değil, bir şeyler söyleme gereksinimi duyduğumdan. Samimiyetle, o bir şeylerin ne olduğunu ya da olması gerektiğini kestiremiyorum şu an. 

Eski de olsa bir anayasacı olmama karşın, memlekette yaşanan hukuk skandallarının nedenleri ve olası sonuçlarına ancak ‘hisler’ düzeyinde yaklaşabiliyorum artık. Yalnızca Gezi yargılamasıyla ilgili bir durum değil bu, nicedir hiçbir yargısal gelişmenin anayasayla, hukukla, yasayla, yorumla ilgisi yok. Anayasasının temel haklar rejimi askıya aşınmış bir ülkede, kişi hak ve özgürlüklerinin hukuksal koruma altında olduğunu ve olacağını düşünmek abes. His, diyordum… Yıllar önce, iktidarın o zamanki ortağı cemaatin yargısı çok sayıda rütbeli askere, bugün Gezi davasında olduğu gibi ceza yağdırmıştı ve haberi yine akşam vakti okumuştum. Şu son iki gündür Gezi mahkumiyetlerine çok sevinen, iktidarın dalkavuk halesi, o gün de o mahkeme kararlarını zafer naralarıyla karşılamıştı. Söz konusu yargılama süreci öylesine acayipliklerle doluydu ve kararlar öylesine ağırdı ki, o akşam, nasıl olacaksa olacak, bu rezalet uzun sürmeyecek, süremez, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Perşembe akşamı yine aynı duyguyu yaşadım. Tanık olduğumuz adaletsizliği sürdürmek mümkün olmayacak, olmamalı. Adaletsizlikte dahi bir ölçü arıyor insan. 

Yargıtay dairesinin kararı, bize, bir tür ‘doğa durumunda’ yaşadığımızı hatırlatıyor aslında. İcat edilmiş suçlamalarla, Gezi’nin üzerinden onca zaman geçmişken başlatılmış bir sürecinin sonunda, elle tutulur-somut tek bir delil olmadan en ağır cezalar verildi. Ömrünü bu ülkenin kültürüne, sanatına, insanına vakfetmiş Osman Kavala’ya verilen cezanın eski TCK’deki karşılığı, idam. Üstelik ortada bir AİHM kararı varken yapabildiler bunu. Kuşkusuz iki yüzlü Avrupa kurumlarının oyalayıcı ve cesaretlendirici tutumunun katkısıyla. Yinelemek isterim, karar, “Canımız isterse size de aynısını, hatta beterini yaparız ve bir gerekçe göstermek zorunda değiliz,” diyor, cümlemize, milyonlarca yurttaşa. 

Ne için peki? On yıldır, iktidarca hazmedilemeyen kitlesel bir halk protestosuna duyulan öfke nedeniyle. İntikam duygusunun tatmini için. Milyonlarca yurttaşın “yeter artık”, “müdahale etme” dediği Gezi günlerini hâlâ unutamamaktan. Gezi, gelecekten haber veren bir karşı çıkış, bir yaşam ve yönetim biçimi talebiydi. Farklılıkların bir arada, eşitçe, hiyerarşiyi reddederek yaşama arzusu. Sahiplenilemediği ölçüde değerli ve heyecan vericiydi. Yüzbinlerce insan mahalle parklarında toplandı, konuştu, tartıştı, sesini duyurmaya çalıştı. Ezcümle, Gezi günleri, siyasal İslamcı bir parti-devlet rejiminin tahammül edemeyeceği tüm niteliklere sahipti. 

***

Parti-devlet rejimi yıllardır Gezi ile yatıp kalkıyor, üzerinden on yıl geçmesine karşın o birkaç ayın özgürlük talebini ve meydan okuyan milyonlarca yurttaşla başa çıkamayışını unutamadı. Meslektaşım Ahmet Murat Aytaç, 29 Eylül tarihli Evrensel’deki söyleşide AKP’nin Gezi’ye yönelik tutumunu kan davası olarak nitelerken, iktidarın yaşadığı siyasi travmaya dikkat çekiyor: “AKP, Gezi sürecine kadar kendini Türkiye’yi sivilleştiren, normalleştiren ve demokratikleştiren bir güç olarak sunmakta ve kabul ettirmekte pek de güçlük yaşamıyordu. Bürokratik merkeze karşı çevrenin, seçkinlere karşı halkın, Beyaz Türklere karşı kavruk Anadolu çocuklarının sesi olduğu iddiasıyla oluşturdukları imaj Gezi’yle birlikte tuzla buz oldu.” 

Aklı başında, üç kuruşluk vicdan ve izan sahibi herkes, Gezi yargılaması ve kararlarının hukukla, muhakemeyle vs. bir ilgisi olmadığının farkında. Her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor. Yarın bir gün, görmedim, duymadım, habersizdim deme şansı yok hiç kimsenin. Ve mütemadiyen bekliyoruz. Bir mahkeme kararını bekliyoruz, birinin yapacağı bir açıklamayı bekliyoruz, bir sevdiğimizin tahliye kararını bekliyoruz, bir ulusal-uluslararası kuruluşun yaşamsal önemdeki açıklamasını bekliyoruz, kendi derdine düşmüş muhalefetin toparlanmasını bekliyoruz; o gün bir festivalin daha faşizan baskıyla iptal edildiğini, bir doğa parçasının daha yok edildiğini, bir işçi eylemine daha izin verilmediğini, bir toplanma hakkının daha engellendiğini, bir kadının daha öldürüldüğünü… duymayı bekliyoruz. Sabah kalkıyor, zamanın nasıl da hızla akıp gittiğini fark etmeden günlük işleri sürdürmeye çalışarak akşamı ediyoruz. Değer verdiğimiz insanlar o esnada cezaevinde. Suçlu olmadıklarını biliyoruz. Mahkûm edenler de biliyor. Hiçbir şey yapamıyoruz, onlar içeride biz dışarıda, her gün bir öncekinin aynı. 

***

Bir hocamız, 12 Mart günlerinden söz ederken, işkence gören öğretim üyesi arkadaşını “O, birkaç kilometre uzağımızda işkenceden geçirilirken, biz Cebeci’de derse girip işimizi yapmaya çalışıyorduk, ona işkence yapıldığını bilerek” cümlesiyle anmıştı. Bu durumun bir insanı zamanla nasıl insanlıktan çıkardığını anlatmaya çalışıyordu, yıllar sonra, aynı duyguyla. Giderek daha iyi anlıyorum hocanın o gün söylemek istediğini. Seyretmek ve insanı çileden çıkaran adaletsizliğe tanık olurken günlük yaşamı devam ettirmek, tüketiyor insanı. Başka birine, başka bir şeye dönüşüyoruz. Yaşıyor muyuz, yaşıyoruz. 

Ya günbegün çürüyeceğiz, ya da insan gibi yaşamanın yollarını bulacağız. 

Değerli Osman Bey, Tayfun Bey, Mine Hanım, Çiğdem Hanım, Can… Sıkıca sarılıyorum.