Başta canım Çiğdem ve Mine olmak üzere, mahpushanedeki tüm kadın hükümlü ve tutuklulara bir ses olmak istedim. En kısa sürede özgür günlerde umudu büyütmek için hepinizle buluşmak üzere.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Dışarıda, içeride özgür değiliz!

Mimar Mücella Yapıcı

Merhaba, 

Aradan yaklaşık iki ay geçmesine rağmen, hâlâ kendini özgür ve dışarıda hissedemeyen biri olarak özellikle kadına karşı şiddetin uluslararası olarak başkaldırı günü olan 25 Kasım’da benden bir mektup yazmam istendi. Öncelikle 1,5 yılda hayatımın en önemli can yoldaşları olan Mine ve Çiğdem’in de bildiği gibi aslında önceden kolaylıkla yazan bir kadın olan ben, hapishanede tüm yazma yeteneklerimi kaybettim.

O nedenle bu mektupta gerçekten hissettiklerimi sizlere aktaramamaktan dolayı endişeliyim. Ancak biliyorum, dışarıdan içeriye gelen her satır, her merhaba, her paylaşım sadece yazılana değil, içerideki tüm tutsaklara nefes ve heves oluyor. Çok büyük bir sosyal ıssızlık ve yalnızlık içinde aslında hiç de yalnız olmadığınızı hissediyorsunuz. O nedenle böyle bir yazıyı zorla da olsa yazmak benim için bir görev haline geldi. Hem de otuz yıllık bir diktatörlüğe direnen üç güzel kadının korkusuz, yürekli ve hayatlarını ortaya atan o olağanüstü direnişinin yıldönümünde… Ki biz onlara ve onların hareketine “Kelebekler Hareketi” adını koyduk. İşte tam da bu kelebek etkisinin artık ülkemizi de sarıp sarmalamasını ve her birimizi, özellikle bizim mahpushanede hissettiğimiz kadın olmanın getirdiği; olağanüstü direniş ve dayanışma duygusunun tüm ülkemizi etkisi altına almasının tam da zamanıdır diye düşünüyorum. 

HEPİMİZİN DÜNYASI 

Bütün bu duygularla, bugün iktidar hukukunun daha doğrusu hukuksuzluğunun esir aldığı başta sevgili çocuklarım Çiğdem Mater ve Mine Özerden’in kişiliğinde tanıdığım ya da tanıyamadığım tüm kadın mahpusların, hukuksuz esaretlerinin ve yaşadıkları her türlü şiddetin bir an önce sona ermesi için kalan ömrümde elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. Canım Çiğdem, Mine, Gültan, Sebahat, Hüda ve daha aklıma gelmeyen nice kadın kardeşlerim, eminim hepiniz haklı ve kadın olmanın onuruyla dimdik ve huzurla bu kötülüğe karşı yaşamınızı sürdürüyorsunuz. Hatta sevgili Çiğdem’in zaman zaman o güzelim satırları ile dışarıya aksettirdiği “Gülmek devrimci bir eylemdir” ilkesine uygun olarak gülüyorsunuz da… İşte o gülücükleriniz ya da gülücüklerimiz eminim bugün hiçbir çıkış yolu olmadığını düşünen, geleceğe dair her türlü umudunu kaybetmiş, bu kahrolası düzeni, hukuksuzluğu, haksızlığın artık hiçbir zaman durmayacağını zanneden özellikle genç kadınlarımıza ve gençlerimize, umut ve direnme gücü verecektir. Nereye gidersek gidelim, kim olursak olalım, hangi etnik kimlikten, hangi inanç grubundan olursak olalım biliyoruz ki, diğer tüm canlılar ile birlikte hepimizin dünyası burası… Sadece ülkemizin değil, dünyanın içine düştüğü faşizmin alabildiğine yükseldiği bugünlerde Mirabal Kardeşler’in direnişi, sizlerin o gülücükleriniz, hiçbir zaman pes etmeyen kadın hareketinin hepimize verdiği güç, bir başka dünyaya kavuşmanın en önemli işaret fişekleridir. Ben buna yürekten inanıyorum. Sadece hepimize biraz umut, gerçek bir dayanışma ve kardeşlik gerekmektedir. 

Dayanışma demişken, benim kaderimde hep üç kadınla birlikte olmak var. Ben, üç kız kardeşin en büyüğü olarak büyüdüm, bana düşen hep ablalık oldu. Eşimi kaybettikten sonra uzun yıllar yine iki kızımla üç kadın yalnız yaşadık ve yaşıyoruz. Onların da en büyüğüydüm. Büyük bir tesadüf, hayatımda ilk kez deneyimlediğim mahpushane hayatıma da yine üç kadının en büyüğü olarak başladım. Alışkın olduğum bir yaşam biçimiydi diyebiliriz. Ama bu sefer ister inanın ister inanmayın birlikte hükümeti ortadan kaldırmak gibi bir suçlama ile bir araya getirilen üç kadın olarak, gerçekten birbirimizi tanımıyorduk. En azından birlikte oturup bir yemek yemişliğimiz dahi yoktu. Tabii ki ben, Çiğdem’i tanırdım ama Çiğdem hep arada bir gördüğüm arkadaşlarımın çocuğuydu, inanılmaz sevimli bir çocuk ve genç kızdı benim için. Mine’yi ise hep bir başkası ile karıştırırdım. Yani sonuç olarak biz üç kadın olarak birbirimizi kapatıldığımız mahpushanede tanıdık. İki ayı aşkın bir süre büyük bir hak ihlali ile Çiğdem ve ben bir hücrede müebbet hapis koşullarında, Mine ise tek başına kaldı. Günde 1 veya 2 saat havalandırmaya çıkarılıyorduk. Sevgili Mine ise tek başına, ki babasının öldüğünü de hücrede tek başına iken öğrenebildi, yaşadık. Birbirini daha önceden tanımayan bu üç kadın olarak biz cezaevinde duvarları aşan, bizi hayatta tutan bir dayanışma kurduk. Üç farklı nesil birbirimizi sarmaladık, biz içeride bir aile olurken ben çıkıp gördüm ki dışarıda ailelerimiz de aile olmuş, birbirine nefes olmuş. 

Bir de kadın olmak dediğimde bu süreçte anlatmak istediğim başka bir konu var. Yaşlı bir kadın olmanın ne demek olduğunu bu süreç içinde öğrendim. Yaşlı olduğum için irademin dışında çeke çeke hastanelere götürüldüm. Neyse bu yazının konusu bu değil. Ama bir yandan da konusu bu. 

HASTANE ÇİLESİ 

Hastaneye götürülme ve muayene süreci sadece kadınlar için değil, tüm hasta tutsaklar için büyük bir şiddet. Bu nedenle öncelikle siyasi mahkûmlar ve de bu işkenceye karşı koymak isteyen diğer mahkûmlar bu onursuz ve hukuksuz davranışlara direnmek için sağlıklarından feragât edip, hastaneye gitmeyi reddediyorlar. Ki bunlardan birisi de bendim. Bu sadece yaşlı insanları ve özellikle insanları ilgilendiren bir durum değil. Öncelikle kadın hapishanesinde, genç, hamile, engelli ve ne yazık ki uyuşturucunun tuzağına düşürülmüş birçok kadın var. Ve de ilaç ve hormon verilmediği için tedavisi yarım kalan trans kadınlar... Ya da ilaçları verilmediği için günlerce çığlık çığlığa bağıran, kafasını oraya buraya vuran kadınlar ile doluydu Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu. 

Unutmadan, bu görünmeyen şiddetin bir başka mağduru da orada büyük bir çoğunluğu ataması yapılamayan, mülakat mağduru öğretmenlerin, sağlık memurlarının ve nice meslek sahibi kadınların oluşturduğu infaz memurları. Yani eski tabirle gardiyanlar… Hücrede olanların bir iki saatle kısıtlı havalandırmaları, bütün gün koğuşta olanların havalandırma haklarına karşı bu arkadaşlarımız yirmi dört saat süren nöbetlerinde asla tek bir nefes fazla alamıyorlar. Hepsi D vitamini eksikliği ile malul. Görevleri bir infaz memuruna yüklenmesi gerekenin çok çok ötesinde. Hapishane koşullarında aklını yitirmiş olan bazı hastaların kişisel bakımlarını dahi vallahi de hiç gıklarını çıkarmadan yapıyorlar. Büyük bir sabır içerisinde… Buna karşın aldıkları ücret tüm Türkiye şartlarında olduğu gibi oldukça düşük. 

EN BÜYÜK ZULÜM YOKSULLARA 

Tabii ki en büyük zulüm de yoksul tutuklulara ait, zira her yerde olduğu gibi mahpushanede de arayanınız, soranınız, para getireniniz yoksa -ki tutuklu ve hükümlülerin çoğu bu durumda- hapishanelerde her türlü temizlik işlerini, yemek işlerini, inşaat işlerini 3-5 kuruş para kazanmak ve karınlarını doyurmak için yoksulların yapması gerekiyor. O nedenle hapishaneler bir yandan ucuz emek fabrikaları... Kadın oldukları için de bizim mahpushanemizde görevlerini o kadar kusursuz yerine getiriyorlardı ki... Bizim mahpushanemiz inanın tertemizdi. Tabii haşeratı saymazsak. 

Demem o ki, çok küçük bir kısmını size aktardığım -ki üzerine kitap yazılır, eminim Çiğdem yazıyordur- tüm bu olumsuzluklara rağmen, kadın hapishanelerinin hem koğuşlarında, hem koridorlarında, herkesin birbirine karşı somut olarak gösteremediği -çünkü yasak- ama kelebek etkisi gibi hissedilen, en çok da kreşe götürülürken veya annelerinin kucağındaki bebek ve çocuklardan hepimize yayılan büyük bir sevgi, anlayış ve dayanışma duygusu var. İşte bütün bu duyguları toplayarak başta canım Çiğdem ve Mine olmak üzere, mahpushanedeki tüm kadın hükümlü ve tutuklulara aynı zamanda infaz memurlarına Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde dışarıdan bir merhaba demek, dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya bir ses olmak istedim. En kısa sürede özgür günlerde umudu büyütmek için hepinizle buluşmak üzere…  

İçeride ve Dışarıda Kadına Karşı Her Türlü Şiddete Hayır! 

Jin, Jiyan, Azadi