İçinde bulunduğumuz çağın birçok ismi var. Hakikat Sonrası deniyor mesela, Neoliberal Yıkım Çağı da denebilir, Küresel Yok Oluş da… Aslında hepsi aynı duruma karşılık gelen farklı isimler gibi.

Dışarıdan içeriye mektuplar: “Dünyanın gözü önünde yaratılan dev hukuksuzluk”
Fotoğraf: BirGün

Murat Gülsoy

Sevgili Hakan,

Bazen yazmak çok zor geliyor. Sizler haksız yere cezaevine girdiğinizden beri bir yanımız hep eksik. Yaşanan her anın içinde kapkara bir boşluk kendini hissettiriyor. İçini kimi zaman kederle, kimi zaman öfkeyle, kimi zaman da umutla doldurduğumuz bir boşluk. Karamsarlığa düştüğümüzde zamanımızın ağırlığını sizler omuzlamışken bizlerin yılmaya hakkı olmadığını düşünerek toparlanıyoruz. Sonra yazdığınız bir yazıyı okuyorum, bir mektubunuz düşüyor önüme, mücadeleye nasıl da dört elle sarıldığınızı görüyorum, güç topluyorum.


Sevgili Hakan, yıllarca yorulmadan sürdürdüğün siyaset okulunda bu kez senin yokluğunda iki kez ders verdim. Yine ülkenin dört bir yanından titizlikle seçilmiş her görüşten genç siyasetçi adayı, sivil toplum çalışanı bir araya geldik, çalıştık, konuştuk, paylaştık. Farklı dünya görüşlerine sahip olmanın diyalog kurmaya, birlikte bir şeyler inşa etmeye engel olmadığını, tam tersine farklılıkları zenginliğe dönüştürmenin mümkün olduğunu bir kez daha gördük. Siyaset okulu bunun için kurulmamış mıydı zaten? Onlara dilim döndüğünce hikâye etmenin inceliklerini anlatmaya çalışırken boğazımda hep bir yumru vardı. Orada, sınıfta, bizimle beraber olamayışın büyük ama çok büyük bir haksızlık, ölçüsüz bir kötülüktü. Mektubunda söylediğin gibi tamamıyla haksız yere özgürlüğünün kısıtlandığını devletin en üst kademelerinde görev yapmış kişiler bile açıkça söylemişlerdi: “Bize verilen hükmün rezilliği önceki dönem Cumhurbaşkanları, Anayasa Mahkemesi eski Başkanları, İstanbul Barosu’nun şimdiki Başkanı ve sair kamusal şahsiyet tarafından gayet net şekilde anlatıldı.1” Ya da Economist’e yazdığın yazıda da belirttiğin gibi: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargılama sürecimizin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan birden fazla hakkı ihlal ettiğine karar verdi ve yargılamanın tüm sonuçlarının ortadan kalkması gerektiğine hükmetti. Buna rağmen biz hala cezaevinde tutukluyuz.”

Tüm bunların nedenini tahmin etmek çok güç değil, birçok defa yazıldı, söylendi: Korku atmosferi yaratarak sivil toplumun sesinin bastırılması ve toplumsal muhalefetin etkisiz hale getirilmesi. Peki ama neden? “Muktedir(ler) Gezi’nin (kendilerinde) yarattığı travmanın intikamını almak istiyor” en çok seslendirilen argümanlardan. Dünyanın gözü önünde yaratılan bu dev hukuksuzluk salt bir öfkenin sonucu olabilir mi? Sanmıyorum. İçinde bulunduğumuz çağın birçok ismi var. Hakikat Sonrası deniyor mesela, Neoliberal Yıkım Çağı da denebilir, Küresel Yok Oluş da… Aslında hepsi aynı duruma karşılık gelen farklı isimler gibi. Çok sevdiğim yazarlardan biri olan Umberto Eco daha 1980’lerde yazmıştı yeni bir Orta Çağ’a girmekte olduğumuzu. Kimsenin kendini güvende hissetmediği, şiddetin ve barbarlığın hem kişisel hem de toplumsal düzeyde başat olduğu, kadınların, çocukların, savunmasız grupların sürekli tehdit altında olduğu bir ortamı işaret ediyor “Orta Çağ” kavramı. Peşinden gelen Aydınlanma ve modernite ise demokratik, eşitlikçi, insan hakları ilkeleri üzerine bina edilecek barış dolu bir dönemi… Ancak Eco’ya göre bunlar birbirlerinden kopamayan zıt ikizler. Bir madalyonun iki farklı yüzü gibiler. Birini tarihin derinliklerine gömüp ileriye gideceğimizi hayal etmek güzel ancak bir türlü gerçekleşmeyen bir düş. Eco, Orta Çağ’ın temel özelliklerini merkezi otoritenin parçalanması, radikal grupların ortaya çıkışı, güvenliksizleşme, her türden mafyatik örgütün, tarikatların güç kazanması ve sahte bilgi üretimi olarak sıralıyor; içinde yaşadığımız dönemi düşündüğümüzde bu öngörüsünde çok da haksız olmadığını görüyoruz. Siyaset ve iş dünyasındaki çürüme, kuvvetler ayrılığının git gide yok olması, gücün otokratların ya da az sayıdaki bir insan grubunun elinde toplanması, bu gruplar arasında yaşanan savaşlar, savunmasız grupların yaşamlarının tehlike altında olması, üniversiteye, bilime savaş açılması ise günümüzün artık iyice somutlaşan özelliklerinden sayılabilir. Bu açıdan bakıldığında yeni bir barbarlık döneminin içinde olduğumuzu söylemek çok da abartılı olmaz. İşte bu karanlık tablonun içinde umut veren tek şey insanların direnme ve dayanışma gücü, vicdanlı insanların bir araya gelerek seslerini yükselttikleri sivil toplum platformları. Toplumsal muhalefeti muhalif partilerden çok daha etkili ve anlamlı biçimde örgütleyen sivil toplum hareketi bu yüzden muktedirlerin hedefinde. Size yöneltilen suçlamaya dair herhangi bir somut delil olmaksızın verilmiş ağır mahkûmiyet kararları da bu türden bir direnişin önünü kesmeyi amaçlıyor. Peki kesebilecek mi? Bu sorunun cevabını yaşayarak göreceğiz. Şimdilik bize düşen doğru bildiklerimizi savunmaya devam etmek ve dayanışma içinde mücadele etmek. Tıpkı sizlerin yaptığı gibi şehri, insanları, doğayı savunmaya, neoliberal şiddetin her türüne maruz kalanların yanında yer almaya devam etmek. İnsanların bilime, sanata, düşünceye özgürce ulaşabilmesi, özgürce kendini ifade edebilmesi için imkân yaratmak ve karamsarlığa kapılmamak. 3 Ağustos’ta, tutukluluğunuzun 100’üncü gününde 100 soru ile içinde bulunduğumuz vahim tabloyu ortaya koyarken sorduğun sorulardan biri aslında hayata bakışımızı, neden aynı yerde durduğumuzu çok güzel özetliyor:
“Daha güzel, daha kardeşçe bir Türkiye’ye inanmak, bunun için çabalamak ahmaklık mıdır, yoksa zekayı aşan bir akıl, bir inanç olan sevginin doğal sonucu mudur?2

Bu soruya “Evet doğal sonucudur” diyenler vicdan sahipleridir, iyi insanlardır, gelecek onlar sayesinde yaşanır bir yere benzeyecektir. En azından ben buna inanıyorum.

En kısa zamanda bu hukuk felaketinin son bulması dileğiyle…
1Gezi Direnişi Tutuklusu Hakan Altınay’dan Mektup Var, 25 Mayıs 2022, https://tele1.com.tr/gezi-direnisi-tutuklusu-ali-hakan-altinaydan-mektup-var-628621/
2https://www.birgun.net/haber/gezi-tutuklularindan-100-gunde-100-soru-397568