Geç kalınmış bir intikam için, o ağaçları korumanın bedelini bir avuç insana ödetmeye karar veriyorlar. Seçim var, politika var, sansasyonel işler revaçta. Üstünden dokuz yıl geçmişken Gezi’nin, o karanlık, evimize çöküyor. Tutuklanıyor Vera’nın babası 18 yıl hapis cezasına çarptırılarak.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Hayat bilgisi
Fotoğraf: BirGün

Dr. Meriç Demir Kahraman

İlk Ders: Yeşili Sev Doğayı Koru 

Bizi çocukken öğretmenlerimiz ağaç dikmeye götürürdü. Bazı okulların hatıra ormanları vardı. Ailelerimiz eti senin kemiği bizim diye emanet ederdi öğretmenlere, öğretmenler de bize ormanlarımızın önemini anlattı önce, dersin adı Hayat Bilgisi’ydi. O zaman pek anlam veremezdim çocuk aklımla, şimdi düşününce, hayat bilgisi ismi de daha anlamlı geliyor. 

Soluduğumuz havayı borçlu olduğumuz ağaçları, yeşili sevmek çocukken dünyanın en normaliydi. Dondurma sevmek gibi, çikolata sevmek gibi. Sınıflarımızda gökkuşağı resmi olması garip karşılanmazdı, rengarenk olmak iyiydi. Siyah kötüydü. Karanlıktı. En güzel renkler hep yeşille maviydi. Anne babalarımız denizlerimizin kirlenmesinden şikayet eder, ormanlarımızı yeterince koruyamıyoruz diye hayıflanırdı. Ve bu dünyanın en normal şeyiydi. Hayat bilgisiydi. Bırakın ağaç kesmeyi, ham meyveyi dalından koparmak bile ayıptı. Hele ki yeşil bir dalı kırmak bütün mahallemizde ayıplanırdı. Dedim ya hayat bilgisiydi bunlar. Hayatın içinde öğrenip, doğru kabul ettiğimiz şeylerdi. 

İkinci Ders: Vatan Borcu 

Sonra başka dersler, diğer toplumsal değerler, onların şekillendirdiği ideallerimiz, okuyup büyük insan olma, memleketine, doğduğun topraklara hizmet etme düşleri. Her şey para değil dediğimiz günlerdi. Mimarlık çok havalıydı, şehir planlama yeni yeni duyulurdu. Çalışkan çocuklardık, annemiz babamız bizi okutmak için gecesini gündüzüne katar, ödevlerimizi iyi yaptık mı diye emin olmadan rahat uyuyamazlardı. Okumanın boş iş görülmediği günlerdi. 

99’da yıkıldığımızda, genceciktik, dehşete düşmüştük. Televizyonlarda gördüğümüz en korkunç şeydi. Şehirlerimiz planlanmalıydı. İyi planlanmalıydı. İyi insanlar tarafından planlanmalıydı. Tayfun bir yerden, ben bir yerden, tanımıyoruz birbirimizi, yazmışız aynı bölümü. İyi şehirler planlayalım diye. 

Türkiye’nin en büyük şehri, taşı toprağı altın İstanbul! Varoşları kir pas içinde, yeni yeni yerleşilen binlerce yıllık şehir. Planlanmamış, dağınık, üst üste yığılmış kargacık burgacık koca bir kaos. Ekmeği aşı için gelenler bir yanda, Tayfun gibi İstanbul’a okumaya gelenler bir yanda, nerede o eski İstanbul diyenler öte tarafta. Farklı farklı olsak da, yaşıyorduk birlikte. Hoşgörülü olmanın, zayıflık sayılmadığı son zamanlar. 

Okuduk. Ailelerimizin çabası, sabahladığımız projeler, paftalar, parseller, haritalar, ölçekler derken, mezun olduk. Meslek sahibiydik artık. İstanbul bize emanetti. Hem koruyacak, hem geliştirecek, hem de sağlamlaştıracak olan bizlerdik. Bunun için okuttular bizi. 

En iyilerimizden müteşekkil bir de meslek odamız vardı. Mesleğin onurunu koruyanlar ve kamu yararına çalışanlar. Didik didik her şeyi takip ediyorlardı. Yanlışı görünce düzelten, geleceğimizi riske atan, halkın zararına iş olmasın diye, Anayasa’nın verdiği görevi yapanlar. Onlar en iyilerimizdi. 24 saat tetikte, göz açtırmıyorlardı şehrimize zarar verenlere. Paraları azdı hep, aidatlarımızla ayakta duran ama onurumuzu, mesleğimizi, memleketimizi koruyanlar da onlardı. 

Üçüncü Ders: Haklıyız, Yalnız Değiliz 

Sonra bir AVM meselesi çıktı. Şehrin göbeğine, herkesin hafızasında yer etmiş 70 yıllık bir parkın yerine, koca koca ağaçları kesip yapılacak bir AVM. Sadece park olsa iyi, depremde halkın toplanacağı az sayıda alandan biri. Olacak iş değildi. Olmadı da. Gezi Parkı’na kepçeler ilk girdiğinde, dersini çalışmış, işini bilen, işi yargıya götürmüş en iyilerimiz dur dedi. 

Kepçeler dozerler bir yanda, ağaçlar öte yanda, arasında bir grup cesur insan. Sonra gençler. Daha Z’nin adı yok, Y kuşağı. Çadırlarını alıp geldiler. Polis herkesin gözü önünde dövdü, yerlerde sürükledi, gaza boğdu, yetmedi çadırlarını yaktı. Sonra daha çok geldiler. Önce 100 kişi, sonra 200, 300. Polis dövdü, onlar çoğaldı. 

Sonra buramıza geldi. Her gün gencecik insanları döve döve yerlerde sürüklüyorlardı. Bir kere de bizim dediğimiz olsun, şu ağaçları kesmeyin diyenlere düşmana vurur gibi vuruyorlardı. Vicdanımızın ortak olduğu, bu kadar korkmadığımız, sinmediğimiz bir dönem. Şimdi bakınca imkansız gibi gelse de, iklim buydu işte. Bu kadar siyah ve beyaz değildi her şey. 

“Dursunlar işte çadırlarıyla ne zararı var çocukların” diyenleri dinlemediler. Gözdağı vermek lazımdı. “Öyle her önüne gelen çadır kuracaksa ohooo..” dediler. Sonra zaten, yüzler bin, binler milyon oldu. Bir sabah uyandık ki, Türkiye’nin her yerinde eline bayrağı, Atatürk posterini alan çıkmış dışarıya. 

Kimisi Atasına ayyaş diyene öfkelenmiş, kimisi de yargıyı bir cemaatin ele geçirmesine, bazısı daha fazla özgürlük diyor, diğeri geleceğinden kaygılı, liselisi bir yanda, benim gibiler de sabah işte akşam direnişte. Ama duygular ortak; her kafadan bir ses, milyonlardan tek ses çıkıyor: “Her yer Taksim, her yer direniş!” Kocaman bir ailenin parçası olmak ne demek o gün öğrendim ben de çoğu kişi gibi. 

Dördüncü Ders: En İyilerimiz En Önde 

Sonra bir adamla tanışıyoruz. Tayfun Kahraman. Ağaçları baştan beri koruyan bir avuç insanın içinde. En iyilerimizin olduğu yerin başkanı. İstanbul Şehir Plancıları Odası Başkanı olarak Gezi’de. O da şaşkın işin bu noktaya gelmesinden dolayı, ama milyonlar var arkada. İş başa düşmüş artık, yapacak bir şey yok. 

Protestoların barışçıl olmasını önemsiyor, meşru, haklı ve yasal taleplere gölge düşmesin istiyor. Bir yandan hükümetle görüşen temsilcilerin arasında. Arada bazı gezicilerin gazabına da uğruyor bu yüzden, “Sayın Başbakan” dediği için kafasına ıspanak atılıyor… Ama çözmek istiyor meseleyi. Konuşarak çözülecek bir konunun, bu noktaya gelmesinden dolayı huzurlu değil. 

Sonra gençler ölüyor, birisi polis kurşunuyla, diğeri dövülerek, öteki arabayla ezilerek. Sonra bir çocuk giriyor komaya, günlerce bedeni eriyor, 15 yaşında can veriyor. Milyonlarca insan birlikte ağlıyor. Biz de ağlıyoruz. 

Tayfun denilince ilk aklıma gelen Taksim’de makine mühendisleri odası önünde biber gazından sırılsıklam, gözlerini açamayan, tüm vücudu yanan bir adamdır. Onlarca insan Tayfun’u biber gazına iyi geldiğini tecrübeyle öğrendiğimiz Talcid ile yıkıyor, üzerini değiştirip kimin olduğunu bilinmeyen koyu yeşil bir t-shirt giydiriyor. İşte o an, sadece kendinden ve ceketinden ibaret bu adam çok sağlam duruyor demiştim kendime. Ağaçlara sarılmış milyonların arasında, bir sürü insan gibi, bir kavganın güzelliğinde seviyoruz birbirimizi. Sonra ömür boyu sarılmaya karar veriyoruz. İki gezici, iki plancı, ideallerimiz var. Yakışıyoruz da birbirimize. Ağaçlar kalıyor, kalabalık dağılıyor, gözyaşları siliniyor, hayat devam ediyor. Evleniyoruz ve bizim için yeni bir hayat başlıyor. 

Dördüncü Ders: İklim Değişir, Umut Kalır 

Derste öğrendiklerimizi pekiştiriyoruz pratikte Gezi'de. Sonra akademi... Ben İTÜ'de, Tayfun Mimar Sinan'da ders veriyoruz. Öyle ya, öğrendiğimiz gibi öğretmemiz gerekiyor, borcumuz var yeni meslektaşlara. Ben koruduğumuz Kent Meydanlarının Toplumsal Üretimi üzerine, Tayfun ise İstisna Mekan: Hukukun Eşiğindeki Kent adıyla kitaplaşan doktora tezlerimizi yazıyoruz. Rant siyasetine teslim olan kentlerin depreme karşı kırılganlaşacağını öngörüyor tezinde Tayfun. 6 Şubat 2023'te acı şekilde doğrulanıyor bu.  

Tarih 28 Kasım 2018, Tayfun’u daha önce hakkında takipsizlik verilen Gezi soruşturmasından ifadeye çağırıyorlar, gidiyoruz emniyet müdürlüğüne. İfade verip derslerimize gideceğiz, öğrenciler bekliyor. Ama bir terslik var, Tayfun çıkmıyor bir türlü; 2 saat geçti yok, 5 saat geçti yok, tam 10 saat bekledim, kimseyi yanıma almadıkları için yalnızım; korkunç soğuk ve yağışlı bir gün, kaç sigara içtim o 10 saatte bilmiyorum. Tayfun geldi gelmesine ama henüz anlamıyoruz tabi önümüzdeki yıllar ne ile boğuşacağımızı. Tarih 4 Aralık 2018, hamile olduğumu öğreniyorum. Vera da benimle beklemiş onca saat Tayfun’u meğer, daha çok bekleyeceğimizden habersiziz. 

Ardından İstanbul’u depreme hazırlama dönemi başlıyor. İstanbul depreme hazırlanmalı, kim hazırlayacak? En iyilerimizin başkanı geliyor görevin başına. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin depreme hazırlanan dairesinin başına geçiyor. Vera büyüyor yavaş yavaş, yürümeye başlıyor. Tayfun yine projeler, paftalar, haritalar, planlara gömülmüş okul yıllarındaki gibi. Çalışıyor. Çalışması lazım, işi bu, İstanbul depreme hazırlanmalı. Bu şehri iyi planlamak gerek. 

İklim değişiyor bu sırada. Renkler matlaşıyor önce, karanlık çöküyor üstümüze. Geç kalınmış bir intikam için, o ağaçları korumanın bedelini bir avuç insana ödetmeye karar veriyorlar. Seçim var, politika var, sansasyonel işler revaçta. Üstünden dokuz yıl geçmişken Gezi’nin, o karanlık, evimize çöküyor. Tutuklanıyor Vera’nın babası 18 yıl hapis cezasına çarptırılarak. 

Nutkumuz tutuluyor, nefesimiz daralıyor. İklim değişiyor. Hep izlediğimiz, omuz verdiğimiz adalet arayanların arasına biz de katılıyoruz ailecek. Adaleti beklemeye başlıyoruz. Dosyaya bakan her hakimin beraat verdiği, heyet değiştire değiştire buldukları 2 hakime ancak kabul ettirdikleri cezayı onaylamayacak, vicdanı temiz, adalet terazisi sağlam hakimlere denk gelmeyi umuyoruz. Umut işte. İklim ne olursa olsun umut duruyor yerinde. 

Son Ders: Hüküm Kabullenince Kesinleşir 

Sonra bir haber. Bir sürü mesaj, avukattan telefon, ailelerden telefon, televizyonlarda, sosyal medyada, her yerde. “Ne diyeceğimi bilemiyorum”lar. Kızımın babası, mesleğimin en iyisi, idealleriyle yaşamış bir adama “aslında idamlık ama biz 18 yıl verdik” diyen bir karar metni. Canilere, tecavüzcülere, mafyalara yol verenler diyor ki, “Senin o karıncayı incitmeyen Tayfun’un var ya? Aslında biz onu asardık da, 18 yıl verdik.” 

Milyonlarca insanın “yeter yahu bu kadar da olmaz” dediği ve polise çiçek uzatıyorlar diye dalga geçilecek kadar naif bir direnişin sonunda bir avuç günah keçisi, bir başka göz dağı, bir başka siyasi hesap için kurban ediliyor. Sarsılıyorum. Sadece ben değil, hepimiz oradaydık diyen milyonlar sarsılıyor. Ya silkinip ayağa kalkacak, ya da paramparça olacağız. 

Parçalanmakla ayağa kalkmak arasında gidip gelerek, kafamda uğultuyla, uykusuz gecenin sonunda sabah gidiyorum idamlık gördükleri o güzel adamın yanına. Bir camın arkasında görmeye alıştığım o yüzde. Sarsılmış, silkinmiş, kendine gelmiş ve başı dik. 2013’te kepçelerin önünde sırtını ağaca dayamış o genç adam gibi dimdik bakıyor. Biz hayat dersimizin bu sınavında da ayağa kalktık; paramparça olmayın, siz de bizimle ayağa kalkın!