Hatay, Samandağ’ın yıkılmış sokaklarında yürürken bir duvarın üzerinde Ali İsmail’in, Ahmet’in, Abdullah’ın resimleri duruyordu. Onlar bize bakıyorlar sevgili dostum.

Dışarıdan içeriye mektuplar: “Kaybedecek bir dakikamız yok”
Tayfun Kahraman ve Gürkan Akgün.

Gürkan Akgün - İBB İmar ve Şehircilik Dairesi Başkanı

Sevgili Tayfun,

Böylesine büyük bir yıkımın ve acının üzerine, masanın başına oturup bu satırları yazmak çok zor. Biliyorum, için içini kemiriyor. Senin, Mücella Abla’nın, Can’ın ve içerideki tüm dostlarımızın. Biliyorum, dışarıda olsanız, birlikte daha ilk günden yollara düşüp neler yapabiliriz diye koşturuyorduk şimdi. Bu ölüm, yıkım ve rant düzenini el birliğiyle yaratanlar ortalıklarda gezinirken, yıllarını bu şehirlerin depreme dayanıklı hale gelmesi; akılla, bilimle planlanması, inşa edilmesi için, gecesini gündüzüne katanların dört duvar arasında tutulması insanı kahrediyor.

Sana umutlu şeyler yazmak istiyorum. Kötülüğü, basiretsizliği, ahlâksızlığı; yıllardır savunduğumuz bilimi ve tekniği hiçe sayanların yarattığı tel tel dökülen sistemi ve yıkılan kentleri görüyorsun zaten ekranlarda. Onunla hesaplaşacağız, yüzleşeceğiz. Biriktirdiklerimiz çok. Sizler de çıkın bir hele…
Sevgili Tayfun, şunu bil ki hâlâ umut var. Depremden sonra toplumun tüm kesimlerinden insanların nasıl ortak bir dayanışmayı büyüttüğünü bilmelisin. Kayıplarımız çok büyük evet, o güzelim şehirler yok oldu, evet. Ama gördük ki, birbirimizden başka kimsemiz yok ve bizler ancak, birbirimizin elini tutup ayağa kalkacağız. Gece yarılarına kadar koli yapmaktan elleri parçalanan gençleri, daha ilk dakikalarda yollara düşüp aklını, fikrini, emeğini o bölgeye taşıyanları gördük. Enkazlardan bir can daha kurtarmak için gecesini gündüzüne katanları gördük. Birbirini hiç tanımasa da yere düşene el uzatan, elinde ne varsa onu diğeriyle paylaşanları gördük. O yüzden hâla umut var diyorum.

Peki biz bunu daha önce nerde görmüştük? Nerden hatırlıyoruz bu hasletlerimizi?

Evet… Gezi’den. Onca yıl geçmesine rağmen Gezi’nin o dayanışmacı, paylaşımcı, ortaklaşmacı ruhunun yaşadığını görmek işte umutlandırıyor insanı. Bugün tüm bu çabalara parmak sallayanlar ile sizleri o hapishanelere tıkanlar aynı kişiler. Bu dayanışmadan korkuyorlar çünkü. Dayanışmanın başka bir dünyayı kurabilecek, insanların; ‘durun bir dakika, ben de varım!’ diye kendilerini gerçekleştirebileceği bir dünyadan, onun sorgulayıcı ve değiştirici gücünden korkuyorlar. E, haklılar da! Çünkü Gezi, bir parkın ortasında, sadece itiraz eden değil; itirazın karşılığını bugünden de kuran bir güzellikti. O yüzden güzelliklerden korkuyorlar Tayfun. Ve o yüzden inatla güzellikleri büyütmeye mecburuz. Gezide kurulan kütüphanede kitap okuyan çocuklar; Hatay’da, Maraş’ta, Adıyaman’da mutfak kurdular bugün, hastalara ilaç taşıdılar, yaraları sardılar. Kuşaklar değişiyor, zamanlar geçiyor ama bu ülkenin umudu yaratan çocukları, onlar ne yaparlarsa yapsınlar yok olmuyor.

99 depreminde de böyleydi bu, Gezi’de de, bugün de…

Gezi’nin haklılığı; en yalın, en basit haliyle de ortaya çıktı bugün. Neydi o yalınlık? Gezi parkı, şehrin merkezinde yegâne kalmış; imar planı değişiklikleri ile henüz inşaata açamadıkları deprem toplanma alanıydı. İşte o kadar basit ve işte o kadar hayati! Bizler bu kadar hayati bir gerçekliği savunduk. Türkiye’nin her bir karış coğrafyasından milyonlarca kişi, diğer birçok insani, toplumsal taleplerinin ötesinde bu gerçekliği kendisine kerteriz aldı, meydanlara çıktı. O toplanma alanı bugün AVM olmadığı için olası bir İstanbul depreminde binlerce insanın yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacak. Parkı, kamuyu, kamusal alanı, tarihi, ağacı, savunmanın bedelini sizlere ödetenlerle hesabımız var. Ve o hesap, kolay kolay kapanmayacak.

Dahası mı? Dahası çok… Yıllardır meslek odalarında savunduğumuz kamuculuğun, her şeyin ötesinde hayat kurtarabilecek kadar mühim olduğu da ortaya çıkmış oldu. Her şeyi piyasalaştıran, tüm hizmetlerini kime, nasıl ihale veririm üzerinden düşünen ve ortaya çıkan hizmeti de lütuf gibi dağıtan bir devletin kriz anından nasıl felç geçirdiğini, hareket edemediğini gördük. Herkes talimat beklerken, talimatı gerçekleştirecek olanlar vaziyeti idare edebilmekten aciz iken maalesef binlerce canımızı kaybettik. Artık sorumluluğumuz çok daha büyük, kaybedecek tek bir dakikamız bile yok. Bir an önce İstanbul’u depreme hazır hale getirmek zorundayız. Ve senin bugün orada değil de, neden Belediye’de başlatmış olduğun çalışmaların başında olman gerektiği, çok daha net bir şekilde anlaşılmış oldu.

Sevgili Tayfun,

Benim belki de planlama, mimarlık mesleğiyle haşır neşir olmam; babamın eve getirdiği Mimarlar Odası yayınlarında Mücella Abla’nın yazılarını okuyarak başladı. Sonra hayatın kader planı, sen İzmir’den ben Trabzon’dan iki yeni yetme genci İstanbul’da buluşturdu. 20 yıl önce miydi, neydi Ankara’da yoksulluğu nasıl ortadan kaldırırız diye Şehir Plancıları Odasının bir kongresinde kürsüden hararetle anlatıyorduk, hatırlıyorum. Can’la; Gaziosmanpaşa’da, Okmeydanı’nda, düğün salonlarında yüzlerce insana kentsel dönüşüm süreçlerindeki haklarını da aynı hararetle anlatmıştık. Gezi’de yan yanaydık, bugün de aramızda duvarlar olsa da yan yanayız. O hararet zerre azalmadı ve her şeye rağmen, bu ülkeyi dayanışmayla, akılla, bilim ve tekniğin gücüyle ayağa kaldıracağımıza inancım tam.

Hatay, Samandağ’ın yıkılmış sokaklarında yürürken bir duvarın üzerinde Ali İsmail’in, Ahmet’in, Abdullah’ın resimleri duruyordu. Onlar bize bakıyorlar sevgili dostum. O bakışlara karşı sorumluluğumuz büyük. O yüzden; onca acıya, kötülüğe, vicdansızlığa, haksızlığa, adaletsizliğe rağmen yıkılmayacağız, güzellikleri büyüteceğiz.

Senin nezdinde, içerideki tüm dostlarımıza hasret ve sevgiyle…