Dışarıdan içeriye mektuplar: Peki, biz dersimizi aldık mı?

İmre AZEM

Böyle bir zamanda dört duvar arasında olmak zor olsa gerek. Gezi davasından haksız hukuksuz cezaevine konulana kadar çok emek vermiştiniz bu yıkımlar, bu acılar hiç yaşanmasın diye. Şimdi de dışarıda olsanız yaraları sarmak, yeni felaketlere meydan vermemek için çabalayacaktınız ki dört duvar arasından bile biz dışarıdakilere yol gösteriyorsunuz.


Elbette ilk andan itibaren farkındaydık, size açılan davalarda asıl yargılananın bizzat Gezi direnişinin kendisi olduğunun ve bundan bir sene önce verilen cezalarla asıl amaçlananın Gezi’ye katılan milyonlara verilmek istenen bir gözdağı olduğunun. Ama 6 Şubat başka bir şeyi apaçık ortaya çıkardı: size verilen cezalar aslında bütün ülkeye kesilmişti.

Son bir aydır yakınlarımızdan uzaklarımızdan yüzlerce hikâye dinledik yüreklerimizi burkan, yaşadığımıza bizi utandıran. Üzerine titrediğimiz o insanlar, hayvanlar, topluca bilmem kaç bin diye anılan hayatlar… Böyle olmamalıydı. Öfkeyi, hüznü, utancı bir arada yaşadık, yaşıyoruz. Elimizden geldiğince dayanışmanın bir yerinden tutmaya çalışıyoruz, umudu canlı tutmaya gayret ediyoruz. İster istemez Gezi’yi de düşünüyoruz, o zaman dillendirdiğimiz talepler, verilmek istenen mesajlar dinlenseydi nasıl olurdu diye.

Evet, Gezi temsil ettiği her katmanda 6 Şubat distopyasının ütopik bir yansıması gibidir adeta. Kentin ortasındaki bir yeşil alana AVM dikmek isteyenlerin karşısında bölgedeki yegâne deprem toplanma alanını koruyanlar; bir afet ânında felç olduğunu gördüğümüz, tek adam rejiminde vücut bulan merkeziyetçiliğin karşısında mahalle örgütlenmelerini, sivil toplumu, yerel dinamikleri destekleyenler; her türlü kamusal denetimden kaçarak kenti sermayenin emrinde bir meta haline getirenlere karşı kent hakkını, güvenli konuta erişimi, sağlıklı bir çevrede yaşam hakkını, vatandaşlık hukukunu savunanlar; polis şiddetine karşı anayasal haklarını, savaşa karşı barışı, ölüme karşı hayatı, bağışlanan çadırları satacak kadar çürümüş ahlaka karşı dayanışmayı savunanlar. 6 Şubat sonrası toplumda daha da belirginleşen derin kutuplaşmaya baktığımda bu savunduğumuz değerleri topluma anlatmakta başarısız olduğumuzu düşünüyorum. Bu da gelecek Gezi’ler için bir ders olarak bir kenarda dursun.

6 Şubat’ta enkaz altında kalan sadece yüz binlerce can değildi. AKP iktidarının son 20 yıldır ilmek ilmek ördüğü, kendisini uzun yıllar iktidarda tutmanın bir yolu olarak gördüğü inşaat odaklı büyüme modelinin tıpkı haftalardır ekranlarımızda defalarca gördüğümüz o moloz yığınları gibi un ufak oluşudur 6 Şubat. Ali Ağaoğlu kendisi övünerek anlatıyordu bir programda, eskiden nasıl inşaatları deniz kumu ile yaptıklarını. Babasının 1980’lerde bizzat Bağdat caddesini inşa eden müteahhit olduğunu söylüyordu, deniz kumuyla.

’80’lerin askerî darbe marifetiyle hayata geçirilen neoliberal ekonomik modeli, tıpkı deniz kumunun o betonun içindeki demirleri erittiği gibi eritmişti toplumun ahlakını. Ekranlarımızda gördüğümüz o moloz yığınlarında, toz gibi dağılmış o yepyeni binalarda un ufak olmuş ahlakımızı görüyorum. Çürümüş bir ahlak, çürümüş kokuşmuş bir sistem, tıpkı o enkazların etrafını saran çimento, asbest ve ölüm karışımı koku gibi ağır. Bu çümüşlük içinde yok olan hayatlar. Ardından çürümenin boyutlarını ve dolayısıyla bu enkazın altından kalkmanın ne kadar zor olacağını idrak etmemizle üzerimize basan ağır bir kaygı. Bu karanlıkta elle tutulur tek bir umut beliriyor, enkaz altına süzülen bir ışık misali. Biz bu karanlığı Gezi’de yırtmıştık.

Bu düzenin enkazını kaldırmaya başlarken bir inşaat mühendisinin depremde çökmüş binaların enkazını incelediği gibi ele almalıyız işi. Evet, binayı ayakta tutan demirlerin eridiği gibi erimiş ahlakımız. Peki, nedir toplumu bu derece çürüten şey? 17 Ağustos depreminden de birçok ders alınmıştı, ne oldu o öğrendiklerimize? Nasıl unuttuk?

Bu soruyu Ekümenopolis belgeselini yaparken röportaj yaptığım Mücella Yapıcı’ya sormuştum, o zamanki bilgisizliğimin getirdiği naiflikle. Sevgili Mücella da bana güzel bir sistem dersi verip şunu anlatmıştı: 1995 yılında Dünya Bankası’nın hazırladığı bir raporda Türkiye ekonomisinin küresel finans sistemine entegre edilmesine paralel olarak İstanbul’un bir “küresel kent” olması ve bu sayede yabancı yatırımları buraya çekmesi planlanmıştı. Tam bu planlar yapılırken 1999’da deprem oldu ve bu büyük yıkım bu planların hayata geçirilmesi için bir fırsat olarak görüldü. 2001’de Kemal Derviş marifetiyle bankacılık sektöründe yapılan refomlar ve “temiz eller” operasyonları yabancı sermayenin Türkiye’de yatırım yapmak için dayattıkları şartları sağladı. 2002’de iktidara geldiğinde AKP de kucağında bulduğu bu fırsata dört elle sarılarak inşaat sektörünü Mustafa Sönmez’in deyimiyle kendi siyasi yükselişinin “inşaat iskelesi” haline getirdi.

20 yıllık iktidarı süresince TOKİ başta olmak üzere yapılarını değiştirdiği kamu kurumları; 6306 gibi deprem gerekçesiyle geçirdiği otoriter kanunlar ve kurduğu rüşvet mekanizması ile AKP ülkedeki bütün kentler üzerindeki planlama ve inşa etme tasarrufunu ve dolayısıyla rant mekanizmasını da merkezileştirdi. O yüzden bütün bu enkazın yarattığı toz duman içerisinde su gibi berrak olan bir şey varsa, o da bunun sorumlusunun kim olduğudur. Elbette bu çöken binaları kimin inşa ettiği önemlidir, sorumlular hesap vermelidir. Ama daha da önemlisi bu binaları inşa eden düzeni kimin inşa ettiğidir. Baş sorumlu kuşkusuz odur.

6 Şubat felaketi sonrası AKP aynı 17 Ağustos sonrasında gösterilen refleksi gösteriyor ve merkezileşmiş otoriter bir yaklaşımla bu felaketi de bir fırsata çevirerek aynı rant mekanizmalarını devreye sokmaya çalışıyor. Alelacele konut inşa etme telaşının sebebinin, çadır bile ulaştıramadığı için soğukta açıkta kalan yurttaşlarımız olmadığı kesin. Yaklaşan seçimler öncesi bir oldubittiye getirmek istiyor bu yeniden inşa sürecini. Plansız, projesiz, kimse hakkını hukukunu arayamadan, herkes daha şok içindeyken enkazı kaldırıp, delilleri yok edip, alınması gereken derslere kulaklarını tıkayıp “yola devam etmek” niyetinde oldukları anlaşılıyor.

Peki, biz dersimizi aldık mı? 1999 Depremi sonrası dayatılan sisteme tekrar razı gelecek miyiz? Bu distopyaya karşı Gezi direnişinde hayalini kurduğumuz ortak ütopyalarımızın, insan onuruna yaraşır bir dünya tahayyülünün peşinden inatla gidecek miyiz? Yaşamla ölüm arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu deneyimlediğimiz bugünlerde dayanışmanın önemini bir kez daha anlıyoruz. Gezi’de attığımız sloganlar gerçek hayattaki karşılığını buluyor. “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz!”