Dışarıdan içeriye mektuplar: Umut hiç bitmez!
Çizim: Fahrettin Engin Erdoğan

Ali ÇERKEZOĞLU

Son günlerde sıkça rüyasını gördüğüm yıkılmamış eski Antakya’da geçen hayali bir akşam yemeği gecesini aktararak başlamak istiyorum mektubuma.

Sıcak bir yaz akşamında güneyden esen rüzgarın şaşırtıcı serinliği altında kebapçı Salah’ın en güzel masasında oturmuşuz. Satır kebabı eşliğinde sohbet ediyoruz.  (vejeteryan ya da vegan var mı  aranızda bilemedim şimdi) Tesadüfler denk gelmiş, Can Atalay 10 yıldır davası açılmayan Ahmet Atakan dosyası için, Mücella abla Ali İsmail KORKMAZ vakfının davetlisi olarak Antakya’ya gelmiş.

Tayfun İBB’nin deprem daire başkanı olarak ortak kaygıları deprem olan İstanbul ve Antakya’yı kapsayan bir projenin kritik bir aşaması gerekçesiyle… Osman Kavala hem katılımcısı hem de destekçisi olduğu ve Bakanlıkla ortak yapılan bir sempozyumu Antakya’ya taşırken, sempozyumu koordine eden Mine Özerden, Çiğdem Mater ve Hakan Altınay’ın Vakıf adına, görev gereği Antakya’da bulundukları bir günün gecesinde bir masada oturmuşuz. Şehre özgü “boğma”nın yerel tad olarak övülmesi ile önemli misafirler için mutlaka markalı olanların masaya konması gerektiğine dair çelişkiyi içeren, çokça Antakya övgüsü ile geçen sohbetin hakim olduğu bir masa… Çiğdem Mater’le sinemanın geleceğini, Mine Özerden ile 68 kuşağından olan anne ve babasının güzel hikayelerini, sivil toplum örgütlerinin önemi ve işleyişine dair Hakan’ın deneyimlerini konuşuyoruz. En çok Mücella abla ile Can konuşuyor. Hatta çoğu zaman didişme olarak da algılanabilir aralarındaki diyalog.

***

Feyruz’un uzaktan gelen ve zor algılanan şarkısının sözlerini çevirme çabasıyla bu geceyi bitirmek isterdim… Ama, ne rüyalar ne de hayat öyle devam ediyor.. Büyük bir telaş ve kaygı eşliğinde Antakya sallanmaya başlıyor gecenin sonunda. Yerle bir oluyor ortalık. Kadim şehir kifayetsiz yöneticilerden, tedbirsizlikten, rant ve çıkar ilişkililerinden hatta kendinden intikam alırcasına yıkıyor ortalığı… Gecenin sonunda ne duvarlar, ne karşıdaki kilise ne caminin minaresi, ne dükkanlar, apartmanlar rezidanslar duramıyor ayakta. Sadece “masa”… duruyor öyle… ister gerçek isterse hayal olarak, “kalkın yeniden kurun sofrayı” dercesine…

Evet üzgün olmaktansa tercih hakkımız varsa öfkeli olmayı tercih edelim. Tamam ama, beraberinde coşkulu olmayı, dayanışma göstermeyi, alçakgönüllülüğü, kendimiz için öz eleştiriyi ve karşımızdakini daha doğrusu yanı başımızdakine övgüyü de ihmal etmeyelim. Koca bir şehrin yeniden ayağa kalkacağına inandığımız gibi adaletsizliğin ve hukuksuzluğun girdabında yıllarca hapis yatırılanların yaşadıkları bu haksızlığı sonlandırmak için büyük ve kapsamlı bir mücadeleyi hiçbir ara gündem sebebi ile ihmal etmeyelim…

Ne yalan söyleyelim. Mayıs seçimlerine bağlamıştık sizlerle buluşmanın umudunu… Bu seçimlere basit bir parlemento ya da Cumhurbaşkanı seçmenin ötesinde bir anlam yükledi toplum. Seçim bir sandık tutumundan çok daha fazlası olarak, on yılların bütün tortusunu üzerinden atmanın, ülkede beyaz bir sayfa açmanın adımı olarak algılandı. Ve doğal olarak delilsiz, hukuksuz, manasız tutukluluk ve hükümlülüklerin adaletin doğal seyrine girmesiyle sonlanacağına dair naif bir iyimserlik eşlik etti bu duygulara.

Peki, şimdi seçim bitti ve mevcut iktidar resmi açıklamaya göre yüzde 52,18, bu böyle gitmez diyenler ise yüzde 47,82 oy oranına ulaştılar. Ve sizlerin, yani Gezi’de 80 ilde kendiliğinden ve büyük bir coşku ile hiçbir yerden emir ve talimat almadan hatta sadece mevcut iktidara karşı değil her türlü dayatmaya, Gezi’ye yön verme, başlatma ya da sonlandırma gücünü, yetkisini kendisinde gören kişi ya da odaklara karşı da en başta tutum alan, evde erkeğe, işte patrona itiraz eden bir halk hareketinin diyeti olarak hapishanede tutulmanız karşısında umutsuzluğa mı kapılacağız?

***

Yol tıkanınca yolu açanların, revirinden, kütüphanesine, aşevlerinden çocuk bahçelerine kadar neye ihtiyaç duyulmuşsa ona uygun çare bulanların, biber gazı, portakal gazının dumanı ve sisi altında “sesi kısılmayanların” umutsuzluğa kapılmalarını bekleyenler çok yanılır.

Solda çokça kullanılan Samuel Beckett’in “yenil, yine yenil, daha iyi yenil” metaforunun felsefi manasını biliyor olmakla birlikte her zaman rahatsız eden bir tınısı oldu bende. Sadece siyasal mücadelede değil her düzlemde rakibini yenmekten özel bir haz duymayan, hatta her “galibiyet” sonrasında o an için yenilenin mağduriyeti ile empati kurmanın “solculuğun” şanından olduğuna inanan biri olarak, kanaatimce yenilmek, hatta daha fazla ve daha iyi yenilmek gerekmiyor!

Bu nedenle Mayıs seçimindeki sonuç bizim için sadece bir merhale olmanın ötesinde bir mana taşıyamaz. 29 Mayıs sabahı güneşin doğuşu ile yeniden mücadele başlar, umut yeşerir. Belki güneşin dört duvarı aşıp şavkını yansıtması biraz gecikebilir, o kadar. Ama sonuç değişmez. Umut ve bu umudu büyütecek mücadele yenilgi tanımayan seslerimizin içinde büyümeye devam eder.

***

Çünkü herkes biliyor. Bir değil, iki değil, üç değil defalarca beraat etmiş gezi davalarının ardından… Bu davalara ek olarak Gezi gerekçesi ile açılmış “Çarşı Grubu” ya da, “Bezm-i Alem Valide Sultan Camii” davasından, Edirne’den Diyarbakır’a, Ankara’dan Hatay’a kadar ülkenin onlarca ilinde açılan “izinsiz gösteri” davalarına kadar çoğunda beraat, birkaçında da “izinsiz toplantı ve gösteri yapma” gerekçesiyle ertelenmiş cezalar verilmişken,  hiçbir delil, karine, dayanak taşımadan başka yerlerde verilmiş kararları mahkeme salonlarında okumakla görevli  “karar tasdikçilerinin” ağırlaştırılmış hapis ve 18’er yıla varan  hapis cezaları vermiş olması ülke adına kara bir leke olarak tarihteki yerini almış durumda.

Cezaevlerinde yılları aşan hukuksuz tutuklulukla özgürlüğü gasp edilen sizlerin de, Gezi ruhunu yüreğinde taşıyan dışardaki milyonların da bir anlık tereddütü olmayacak.

Karamsarlık dönemlerinde “Gezi’yi hatırla!” çağrısına kulak vermek yeterli olacak. Gezi’de çadırları yakanlara ve depremde çadırları satanlara inat diğer şehirlerle birlikte Antakya’yı da, memleketi de yeniden kuracak, sizlerle o “masa”da  buluşacağız!