“Gezi Davası” denilen ve tarihe utanç vesikası olarak geçecek siyasi keyfiyetle özgürlükleri gasp edilenler, “Cumhuriyet çocukları” oldukları için içeridedirler.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Zindandaki Cumhuriyet
Çizim: Murat Başol

TAYFUN ATAY

Brecht’in abide oyunlarından Galile’nin Yaşamı’nın unutulmaz bir sahnesi vardır. O sahnede Galile, Engizisyon önünde kendi bulguladığı dünyanın güneşin çevresinde döndüğü gerçeğini inkâr ettikten sonra, yılgın ve bitkin şekilde öğrencilerinin yanına gelir. Asistanı Andrea, hocasının can korkusuyla sergilemiş olduğu bu tavır karşısında yaşadığı büyük hayal kırıklığı ve duyduğu öfkeyle ona şöyle seslenir: 

“Ne yazık ki bu ülkeye, kahramanları yok!..” 

Galile’nin cevabı, ibretliktir: 

“Ne yazık ki bu ülkeye, kahramanlara ihtiyaç duyar.” 

Dünyanın hakikat-sonrası (post-truth) haline belirgin bir Türkiye katkısı sayılabilecek “adalet-sonrasılığımız”ın en bariz örneği olan “Gezi Parkı Davası”nda zulme uğrayan arkadaşlarımızı her düşündüğümde Brecht’in metnindeki bu sözleri şöyle uyarlamak geliyor içimden: 

Ne mutlu ki bu ülkeye, kahramanları var… 

Ve ne yazık ki bu ülkeye, kahramanlarını ateşe atar!..  

*** 

Mine Özerden, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman, Osman Kavala… Hatay’ın milletvekili, Saray’ın rehini Can Atalay… Ve elbette, tahliye kararı verilmiş olsa da zulümden fazlasıyla paylarını almış Mücella Yapıcı, Hakan Altınay… Resmi rakamlara göre 3,6, resmi olmayan tahminlere göre 7,5 milyon insanın fiilen katıldığı, çok daha fazla insanın da desteklediği bir sivildemokratik eylemin iktidar gözünde müsebbipleri olarak hedef tahtasına oturtuldular. Milyonların içinde yer aldığı bir “hayat isyanı” karşısında iktidar kurban istedi, onları buldu. Ve o milyonlarca insan, bu haksız, adaletsiz, acımasız uygulama karşında GEZİ’deki dinamizmlerinden eser kalmamış halde bu kurban ayinini kör bir sessizliğe bürünmüş, seyrettiler. 

O yüzden tekrar edelim: Ne yazık ki bu ülkeye, kahramanlarını yalnız bırakır, tiranlığın sunağında kurban olmalarına seyirci kalarak ateşe atar!..  

*** 

GEZİ, bir “hayat isyanı” idi. Dinbaz-otokratik iktidarın hayata müdahalesine okkalı bir itirazdı. 

“İnşaat ya Resulullah” niyazıyla yol alanların Gezi Parkı’nı betonlaştırma projesine karşı barışçıl bir çevreci eyleme polis şiddetiyle mukabelede bulunulmasıyla tetiklenip çığ gibi büyümüş bir “kültürel” direnişti. 

Dine referansla yaşam biçimine müdahale hedefli siyasi karar ve uygulamalar karşısında ortak paydası laiklik olan bir patlamaydı. 

“Yüzde 50 ile her şeyi yaparım, ben ne dersem o olur” diyen bir muktedire, “Hayır, yapamazsın, burası bizim de memleketimiz” diye sesini yükseltenlerin özgürlükçü-demokratik çığlığıydı. 

Bu itibarla GEZİ, dinbazlığın 20 yıllık iktidarının tam ortasında belirmiş çok önemli bir dönüm noktasıdır. “İnşa süreci” adı altında ülkeyi topyekûn dinî zapturapt altına almaya azmetmiş olanlara, karşılarında toplumun en az yarısının olduğunu açıkça göstererek onları sarsmış, silkelemiş ve tabii çok korkutmuştur. Üzerinden 10 yıl geçtikten sonra gücün yargısı tarafından alınan karar da bu korkuya işaretten başka bir şey değildir. Çetelerle, suç şebekeleriyle içli dışlı bir “rical”, ömründe eline silah almamış, bu ülkenin gururu insanları, milyonlara gözdağı vermek adına hukuku, adaleti, vicdanı ayaklar altına alarak cezalandırma cihetine bu nedenle gitmiştir.  

*** 

Burada esas cezalandırılan, bugün “100. Yılı”nı idrak ettiğimiz Cumhuriyet’tir. 

“Gezi Davası” denilen ve tarihe utanç vesikası olarak geçecek siyasi keyfiyetle özgürlükleri gasp edilenler, “Cumhuriyet çocukları” oldukları için içeridedirler. 

Laik Cumhuriyet’e sahip çıktıkları için içeridedirler. 

Onu paranteze almaya ya da “reklam arası” saymaya kalkışanlara dur deme yolunda öne çıkma cesareti gösterdikleri için içeridedirler. 

Dolayısıyla asıl zindanda olan, Cumhuriyet’tir. 

Bu ahval ve şerait içinde bugünü bir yandan iktidarın tüm engellemelerine karşın inadına bir coşkuyla kutlarken bu hazin, can yakıcı, iç acıtıcı durumu da göz ardı etmemek gerekir. O halde payımıza düşen, Cumhuriyet’in yüzyıl dönümünü acıyı bal eyleyerek kutlamaktır!..  

*** 

“Zindandaki biz”lere selâm olsun! Dışarıdan içeriye bu mektubu onlara, yukarıda kaydedilenler çerçevesinde biraz da mahcubiyet içinde başımız öne eğik iletiyoruz!.. 

Onların her birinin başları dimdik ve ahlaki-vicdani bir bahtiyarlıkla kalplerinden geçenleri ise inanıyorum ki bu toprakların en büyük şairinin şu dizeleri, en doğru şekilde aksettirmektedir: 

Dünyayı telaşsız,  

rahat seyredebiliyorum artık. 

Artık şaşırtmıyor beni dostun kahbeliği, 

elimi sıkarken sapladığı bıçak. 

Nafile artık kışkırtamıyor beni düşman. 

Geçtim putların ormanından 

Baltalıyarak 

ne de kolay yıkılıyorlardı. 

Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri, 

çoğu katıksız çıktı çok şükür. 

Ne böylesine pırıl pırıl olmuşluğum vardı, 

ne böylesine hür... 

Tas tas ışık dökünüyorum başımdan aşağı, 

Güneşe bakabiliyorum gözüm kamaşmadan…” 

(Nâzım Hikmet, 1957)