Kentlerimiz, küresel iklim değişikliklerinin etkisi altına sokularak afetlere açık hale getiriliyor. Güvenli yapı ve yaşanabilir bir çevrenin yaratılması önceliklerimiz arasında yer almıyor

Doğa olaylarını afete dönüştürmeden atlatabilecek durumda değiliz!

CEMAL GÖKÇE
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı

Ülke tarihinin en büyük ve sonuçları itibariyle en acı depremlerinden biri olan Marmara Depreminin üzerinden 18 yıl geçti. 17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli Doğu Marmara depremi binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına, milyarlarca liralık ekonomik kaybın ortaya çıkmasına neden oldu. Bu yıl da depremi bir süre hatırlayıp sonra unutacağız. Oysa topraklarımızın %92’ si deprem tehlikesi altında bulunduğu gibi %70 e yakını da birinci ve ikinci derecede deprem tehlikesi altında bulunuyor. Yine nüfusu bir milyonun üzerinde bulunan 11 büyük kent ve nüfusumuzun %70 i önemli ölçüde deprem tehlikesi altında yer alıyor. Büyük endüstri tesislerinin %75 i de deprem tehlikesi yüksek olan yerler de yaşıyor.

Türkiye 1900 yılının başından günümüze kadar otuza yakın büyük ölçekli deprem yaşamış. Bu depremler de 100 binden fazla insan yaşamını yitirmiş, binlerce insanımız yaralanmış, binlerce yapı yerle bir olmuş veya önemli ölçüde hasar görmüştür.

2017 yılı içerisin de Çanakkale, Manisa, Adıyaman ve İzmir-Karaburun’da meydana gelen depremler orta büyüklükte bir deprem olmamasına rağmen, kamu yapılarımız başta olmak üzere yapılarımız hasar gördü.

Son olarak ta Bodrum yakınlarında meydana gelen ve büyüklüğü 6.6 olan depremde can kaybı olmasa da panik ve korku içinde sağa sola koşuşan ve pencerelerden atlayarak yaralananlar oldu. Yapılarda hasarlar oluştu, su hareketi (tsunami) nedeniyle deniz kıyısında bulunan tekneler üst üste yığıldı, otomobiller suya gömüldü.

Doğa Olayı Olarak Deprem, Sel ve Su Baskınları

Haziran ve temmuz aylarında Ankara ve İstanbul başta olmak üzere yurdumuzun birçok kentinde su taşkını ve sel baskınları oldu. Ülkemiz; deprem, sel ve su baskını ve taşkın gibi olayları sıkça yaşıyor, yaşamaya da devam edecek. Son aylarda İstanbul, birkaç kez yağan yağmur ve doluya teslim oldu. İnsanlar ve taşıtlar yollar da kaldı. Evleri su bastı, alt geçitler, metro ve kentin en merkezi yerleri adeta su baskınına uğradı. Can kaybı olmadı fakat büyük ölçekli ekonomik kayıplar ortaya çıktı. Öngörülebilen bir yağmur afete dönüştü, hayat durdu. Dünyanın eski ve önemli metropollerinden birisi olan İstanbul’un karşı karşıya olduğu afet, kentleşme ve yapılaşmayla ilgili olarak bir gerçeği daha ortaya çıkardı. Derelerin taşması, sel ve su baskınları nedeniyle Trakya’da bulunan kentlerimiz de büyük ölçü de etkilendi.2009 yılında İstanbul ve çevresinin yağmur ve sele teslim edilmesiyle 33 yurttaşımızın yaşamını yitirmesi karşısında söylenenler, ne yazık ki bir kez daha tekrarlandı. Üstelik dere yataklarında bulunan yapıların yıkılacağı, dolgu alanlarının dikkate alınacağı ve bu alanların yapılaşmaya açılmayacağı söylenmesine rağmen, eskiye rahmet okutacak ölçüde bir yapı stokunun oluşması; bizlere,” suçlu ayağa kalk” dedirtecek kadar “insaf” ötesi bir durumu gündeme getirdi.

Bilim ve mühendislik dışı yapılaşma ve kentleşme anlayışı bir tarafa bırakılıyor. Yağan yağmur suyunu alacak toprak kalmadığı için yağmur suları betonun üzerinden akarak bir yerlerde toplanıp sele dönüşüyor. Ayrıca derin bodrum kazılarının yer altı drenaj sistemini bozması da tehlikenin boyutunu daha da artırıyor.

Kuzey Anadolu Fay Hattı Ülkemizin Depremselliği ve İstanbul

Kuzey Anadolu fay hattı dünyanın en tehlikeli faylarından biridir. Bingöl ilimizin Karlıova ilçesinden başlayıp Marmara Denizi’ne kadar uzanan, oradan da Yunanistan’a geçen sürekli olarak belirli periyotlarla kendisini tekrarlayan

bir fay hattıdır. Bu fayın her hangi bir yerinde oluşan deprem, başka bir yeri yeni bir deprem tehlikesi ile karşı karşıya bırakıyor. Bu nedenle 17 Ağustos Gölcük merkezli deprem İSTANBUL’ u yeni bir deprem tehlikesi ile karşı karşıyabırakmıştır. Kuzey Anadolu fay hattının ürettiği tarihsel depremlere baktığımızda; yaklaşık olarak 250 yıllık dönemlere denk gelen ve büyüklüğü yedi ve üzeri derece de olan depremlere tanıklık ediyoruz. Kıyamet günü olarak tarihe geçen ve Padişah ikinci Beyazıt’ın İstanbul’u terk etmesine neden olan 1509 depremi ile 1766 Depremi arasında 257 yıllık bir zaman dilimi vardır. Yine İSTANBUL’ un yaşadığı ve büyük bir deprem olarak tarihe geçen 1766 yılında meydana gelen depremden bugüne kadar 251 yıllık bir süre geçmiştir.

İSTANBUL’da yedi ve üzeri büyüklükte bir depremin olma olasılığını bilim insanları %63 olarak öngörüyorlar. Açıkçası İSTANBUL’ un çok yakınından geçen fayın üreteceği bir depremden kaçma şansımız hiç yoktur. İSTANBUL yedi ve üzeri büyüklükte bir depremi er veya geç mutlaka yaşayacaktır.

Yaşanılan Depremler Bilimsel Bir Planlamanın Olmadığını Açığa Çıkardı

17 Ağustos 1999 tarihinde yaşamış olduğumuz Gölcük merkezli deprem, 1939 yılında yaşananErzincan depreminden sonra büyük ölçüde can ve mal kaybı yaratan bir depremdir. Aynı zamanda bir kent depremidir. Yaklaşık olarak 20 bin insanımızı toprağa gömdük, binlerce insanımız yaralandı,300 binden fazla yapımızda yıkıldı veya hasar gördü. Yapıların % 6’sı yıkıldı, %7’si ağır, %12’si de orta ölçekte hasar gördü.

Açıkçası 17 Ağustos 1999 depremi, %25 mertebesinde yapı stokunun kullanılmaz hale gelmesine neden oldu.

Ayrıca İstanbul ve Bursa gibi çevre de bulunan on beş ilimizin yapı stokunda hasarlar oluştu, can kayıpları ortaya çıktı. Aynı zaman da can ve mal güvenliğinin büyük bir tehdit altında bulunduğunu ülkemizi yönetenlerin önüne koydu. Gölcük merkezli deprem kuzeyden güneye, doğudan batıya her aileye az veya çok ölçüdedokundu. Büyük bir ekonomik kayıp ortaya çıktı, binlerce insan evsiz ve işsiz kaldı. Kent merkezli ve büyük bir deprem olarak tarihe geçti. Ülkemizi ve kentlerimizi yönetenler “deprem gerçeğini” yeni anladıklarını ifade ettiler. Bu nedenle ”17 Ağustos Depremi” ülkemizin bir “MİLADI” olsun diye tarihe not düşüldü.

Deprem bir doğa olayıdır. Bu gerçek kabul edilmeli fakat bilimin ve mühendisliğin gerekleri de yapılmalıdır. Depremle birlikte ortaya çıkan can ve mal kayıplarını “kadere” bağlayarak sorumluluktan kaçıp kurtulma anlayışı doğru değildir.

17 Ağustos 1999 depremi ve daha sonra yaşamış olduğumuz depremler ülkemiz de kentsel yerleşmelerin mekânsal yaşam kalitesinin artırılmasına, can ve mal güvenliğinin sağlanmasına, ekonomik ve toplumsal yapının güçlenmesine katkı sağlayacak mekânsal planlama sisteminin yeniden düzenlenmesi gibi bir zorunluluğu gündeme getirmiştir. İstanbul Anakent Belediyesinin hazırladığı İstanbul Deprem Master Planı(İDMP),Bayındırlık ve İskan Bakanlığının düzenlemişolduğu Deprem Şurası ve Kentleşme Şurası gibi geniş katılımlı ve bilgi temelli çalışmaların ortaya çıkarmış olduğu önemli gerçekler var. Gerek kentlerimizin plan dışı büyümesi gerekse depremlerin ortaya çıkardığı gerçekler “BütünleşikKentsel Gelişme Stratejisi veEylem Planı” gibi bir çalışmanın yapılması gerektiğini ülkeyi yönetenlerin önüne koymuştur.

Strateji ve eylem planlarının hazırlanmasında sağlıklı, dengeli ve güvenli kentlerin oluşturulması için hukuki, teknik, sosyal ve idare ile ilgili sorunların çözümüne yönelik politikalara ve uygulamalara ilişkin çalışmaların yapılması da çok sayıda bilim insanı ve uzmanın katıldığı Deprem ve Kentleşme Şurasında kararlaştırılmıştır.

Bu kapsamda hazırlanacak Kentsel Gelişme ve Stratejik Eylem Planının “kentleşme, yerleşme ve mekânsal planlamaya ilişkin değerler sistemini ve bu sistemin ilkelerini benimseyen bir çerçeveyi öncelikli konular olarak görmektedir. Açıkçası mekana ilişkin sektörleri bütünleşik bir çerçevede birbirleriyle ilişkilendirmek gerekiyor. Bu çalışmalar da “Kentleşme ve Deprem Şurasının” komisyon raporları ve sonuç bildirgesi önemli bir kaynak olmuştur. Meslek Odaları da bu çalışmalara katılarak önemli ölçüde katkı sağlamışlardır.

Deprem Güvenli Yerleşme ve Depreme Dayanıklı Yapılaşma Sağlanamadı!

Daha güvenli ve yaşanabilir yerleşim yerleri ve yapıların oluşturulması deprem risk yönetiminin temel amaçlarındandır. Bunu sağlamanın en etkin yolu; yerleşim planlarında ana riskleri göz önüne alarak gerekli düzenlemeleri yapmak için ‘Deprem Bölgelerinde YapılacakBinalar Hakkındaki Yönetmelik’ ve ilgili diğer yönetmelikleri ödünsüz şekilde uygulamak, mevcut yerleşim ve yapıların ise risklerini belirleyip depreme daha dayanıklı hale getirmek için gerekli çalışmaların yapılmasını sağlamak” gerekiyor.

Hiçbir kimse bize 1999 depremlerindensonra bilgi eksikliğimizin olduğunu söyleyemez. Ülkemizin zemin ve faylarıyla ilgili olarak oldukça fazla çalışmalar yapıldı. Güncel bir fay haritası da yayınlandı. Artık teknik ayrıntıları bir tarafa bırakmadan ortaya konmuş olan bilgilerden hareketle AFAD tarafından hazırlanan Stratejik Deprem Eylem planının güncellenerek uygulanması gerekiyor. Depreme hazırlığın yapılmasının basit bir süreç olmadığını ve çok yönlü bir konu olduğunu biliyoruz. Bir dönem oldukça dikkat çeken fay hatlarının yerleri ve özellikleri ile ilgili tartışma yapmak görsel medya ve yazılı basında oldukça ilgi yaratıyordu. Ne yazık ki bu durum ülkemiz açısından çok büyük bir zamanın kaybedilmesine ve yapılmasıgerekenlerin ertelenmesine neden oldu. Güvenli olmadığı iyice anlaşılan yapı stokunun yıkıntıları arasından afet sonrası canlı insan kurtarma çabalarının ne kadar yetersiz kaldığı artık anlaşılmıştır. Deprem sonrası ortaya konan bilgiler göstermiştir ki deprem yaşanmadan önce yapılacak olan çalışmalar ve harcamalar, deprem yaşanıp afete dönüştükten sonra ortaya çıkan ekonomik kayıptan en az 20 kat daha düşüktür. Üstelik yaşamını kaybeden insanların varlığı da toplum için son derece önemlidir. Depreme hazırlık konusunun en temel yanı yapı stokumuzun deprem güvenlikli bir hale getirilmesidir. Her afetten sonra sık sık yapılan "yara sarma" anlayışının dışında bilimin, tekniğin, mühendisliğin ve aklın gerektirdiği işlerin yapılması öncelikler arasında yer almalıydı. Yapılarımızın deprem riski taşıması değil deprem güvenliği olacak şekilde üretilmesi gerekirdi. Bu anlayış doğrultusunda alınacak önlemlerle deprem zararlarını kabul edilebilir sınırlara indirmek mümkün olabilirdi.

Bu nedenle 17 Ağustos Depreminin ortaya koyduğu bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor. Yedi ve üzeri büyüklükte bir deprem bekleyen İstanbul başta olmak üzere; bilimin ve bilimsel bir planlamanın gerekleri yapılarak çarpık, düzensiz ve kaçak olarak üretilen yapıların güvenli ve yaşanabilir bir çevreye dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu konu çok konuşuldu. Oldukça değerli bilgiler ortaya çıkarıldı. Ne yazık ki bu bilgi ve kitaplar raflarda kaldı. Belli kişi ve gruplara çıkar sağlama adına tüm bilimsel gerçeklerin üzeri çizildi. Depreme, su taşkınlarına ve sele teslim edilen kentler yaratıldı. Bugün İstanbul ve diğer kentlerimiz deprem afetinin yanında, insan eliyle yaratılan dört yeni afetle karşı karşıya bulunuyor. Kentlerimiz bu afetleri yaşıyor daha da yaşayacak.

1-Kentlerimiz depreme hazırlıklı değil.

2-Sel ve su baskınları doğal bir hal aldı, afete dönüştü.

3-Isı adaları oluştu iklim değişti.

4-Hava düne göre çok daha fazla kirlendi.

5-Yeni inşaat ve kentsel dönüşüm uygulamaları sosyal ve toplumsal sorunları artırdı.

Kentsel Dönüşüm Uygulamaları Deprem Riskini Azalttı mı?

“Kentsel Dönüşüm” yasası kentlerimiz de bulunan yapı güvenliği olmayan yapı stokumuzun yenilenmesini piyasa koşullarına bağlayan bir yasadır. Binanızı yenileyecek olan müteahhit için tek amaç ticari bir riske girmemektir.

Oysa “Kentsel Dönüşüm”; fiziksel, sosyal ve ekonomik yönden çöküntü ve bozulma sürecine girmiş kentsel alanları, içinde yaşayanlar için yaşam kalitesi daha yüksek olacak şekil de kente kazandırmayı hedefleyen bir plan stratejisidir.

Müteahhitler eliyle parsel bazlı yapılan Kentsel Dönüşüm alanları ile Bakanlar Kurulu tarafından ilan edilen Kentsel Dönüşüm proje alanları, İDMP haritalarında belirtilmiş olan risk bölgeleri ile örtüşmüyor. Bu alanların toplumsal, ekonomik, fiziki bakımdan çöküntü ve bozulan alanlar olması gerekir. Bölgenin kendi özellikleri de dikkate alınarak plan bütünlüğündeki ilke ve kararlar doğrultusunda çözülmesi, kentsel dönüşümün amacı olmak durumundadır.

Kentsel Dönüşüm yasası ve uygulamalarının plan bütünlüğü dışında tutulması, özellikle İstanbul’da önemli bir çalışma olarak ortaya konan İstanbul Deprem Master Plançalışmasında ortaya konan sınır belirleme ölçütlerinin bile Kentsel Dönüşüm yasa ve yönetmelik maddelerine yansıtılmamış olması, risk belirleme adı altında hukuk ve bilim dışı uygulamalara neden olmaktadır. Bu durum riskin azaltılmasını engellediği gibi toplumsal adaleti ve güven duygusunu da ortadan kaldırmaktadır.

Bakanlar Kurulu tarafından ortaya konan ve riskli alan olarak belirlenip ilan edilen alanlar riskin yüksek olduğu alanlar değildir. Daha çok kamu alanlarının oldukça fazla ve yoğunluğun düşük olduğu alanlardır. Can ve mal güvenliğinin öncelikli olduğu yerlere öncelik vermek yerine, ekonomik dinamikler öne alınarak deprem riski azaltılmadığı gibi başka risklere ve afetlere yol açılmaktadır. Ayrıca mühendislik mesleğinin ve bilimin dinamikliği yok sayılarak kestirme yoldan çözümler aranmaktadır.

Bilimin ve mühendislikle ilgili yeni bilgilerin gündeme gelmiş olması deprem yönetmeliklerinin değişmesine neden oluyor. Bu durum geçmiş deprem yönetmeliklerine göre yapılan yapıların riskli olduğu anlamına gelmez. Oysa Kentsel Dönüşüm Yasası yapıların güçlendirilmesini yok saydığı gibi 2007 Deprem Yönetmeliği dışındaki yönetmeliklere göre yapılan yapıların da riskli olduğunu kestirme bir hükümle ortaya koyuyor.

Genel olarak ülkemizin ekonomisi inşaat sektörüne bağlı olarak yürütülmeye çalışılıyor. Özellikle TOKİ kanalıyla planlı plansız birçok yerde konut üretimi yapıldı. Ayrıca İstanbul başta olmak üzere tüm kamu arazileri ve boş alanlar yapılaşmaya açıldı. Özelleştirilen KİTarazileri gökdelenlere ve alışveriş merkezlerine dönüştü. Var olan yapı stokunun sorunlu olduğu bilinmesine rağmen 2012 yılına kadar bu yapılara dokunulmadı. Eskimiş, yıpranmış ve deprem güvenliği olmayan yapılı alanların yıkılıp yeniden yapılmasını sağlayacak 6306 sayılıAfet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi” adıyla, kısaca “Kentsel Dönüşüm” denilen bir yasa ortaya kondu. Kentsel dönüşüm yoluyla yapı stokunun deprem güveliklerinin sağlanması tek çözüm yolu olarak uygulamaya sokuldu. Yapı stokunun onarım ve güçlendirilmesi yok sayılarak YIK-YAP anlayışı kurtuluş yolu olarak ifade edildi.

Depreme karşı yapı stokunun güvenli hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm uygulamaları, yeni sorun alanları yaratıyor. Yoğunluğun artması daire alanlarının küçülmesi, kat sayısı ve daire sayısının artmasına neden oluyor. Aynı sokak ve mahallenin alt yapısı aynı kalmasına rağmen aile sayısı ve nüfusun artması otomobil sayısını da artırıyor. Kentin fiziksel eşikleri aşılıyor, demografik yapı bozuluyor. Yeni bir trafik ve alt yapı sorunu yaratılıyor.

Kentlerimizde bulunan apartmandan bozma okul, sağlık tesisi, kreş, yurt ve benzeri yapılar varlıklarını sürdürüyor. Kamu kurumlarına bağlı okulların, yurtların, kreşlerin, hastanelerin tam sayısı, kaç tanesinin yıkılıp yeniden yapıldığı, kaçının güçlendirilmesi gerektiği, kaçının projelendirildiği, kaç işin bitirildiğine ilişkin bilgilere ulaşmak çok kolay olmuyor.

Bütünlüklü bir planlama yerine parçacı bir anlayışla yapılar yıkılıp yeniden yapılıyor. “Riskli alan”, “riskli yapı” belirlenmesindeki adaletsizlik, keyfilik ve hukuksuzluğun yol açtığı mağduriyetler ve hak kayıpları oluyor. Kentsel dönüşüm uygulamaları daha çok rantın yüksek olduğu yerler de yapılıyor. Deprem riski taşıyan konut sahipleri müteahhitlerin insafına ve kaderlerine terk ediliyorlar.

Kentsel dönüşüm; sosyal adalet, sosyal gelişim, sosyal bütünleşme, tarihi ve kültürel mirasın korunması, zarar azaltma ve risk yönetimi ile birlikte kapsamlı ve bütünleşik bir şekilde ele alınmalıdır.

Kentlerimiz başta İstanbul olmak üzere inşaat projelerinin birer "arazisi" haline dönüştürülmüştür. İnsana, tarihe, doğal çevreye dair ne varsa yok edilmiştir. Yeni bir İstanbul yaratmak adına ormanlarımız ve su havzalarımız büyük ölçü de zarar görmüş, toprağın drenaj sistemi bozulmuştur. Yağan yağmur suyunu alacak toprak kalmamıştır.

Askeri Alanlar Yapılaşmaya Açılıyor Boş Alanlar AVM ve Gökdelen Oluyor!

17 Ağustos 1999 Depremi sonrası İstanbul’un yapı stokunun riskli olduğu anlaşılınca dönemin valisi başkanlığında benimde içinde bulunduğum 14 kişiden oluşan İl Afet Merkez Kurulu Oluşturuldu. Deprem sonrası yapıların hasar görmesi veya depremin artçılarının devam etmesi nedeniyle toplanma alanları ve çadır kurulacak yerlere ihtiyaç olacağı anlaşıldı ve 493 boş alan belirlendi. Bu alanların yanına yeni yerler ilave edilmesi de kararlaştırıldı. Oysa bugün bu alanların ¾ ü AVM ve gökdelenlere dönüşmüş durumda.

Başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerimiz de mezarlıklar ve askeri alanların dışında boş alan kalmadı. Askeri alanların boşaltılıp kent dışına çıkarılması nedeniyle birçok kesim bu alanlara göz koydu. İstanbul’un 540 bin hektarlık toplam alanının yaklaşık %10 nu askeri alanlardır. Kentler de var olan kamu alanlarının tümü plan tadilleriyle yapılaştı. Gökdelen ve AVM oldu. Şimdi 56 bin hektarlık askeri alanlar yapılaşmaya açılıyor. İstanbul’un zaten yok edilen nefes boruları iyice tıkanmış olacak.

Özetlersek

-17 Ağustos 1999 depremi sonrası çıkarılan yasayla geçici deprem vergileri toplanmasını sağlayan ve daha sonra kalıcı hale getirilerek alınmaya devam edilen toplam 60 milyar TL olduğu ifade edilen para ne oldu? Nerelere harcandı?

-Ülkemiz toprakları büyük ölçüde deprem tehlikesi altında bulunuyor. Nerede ise her gün ülkemizin bir yerinde bir deprem yaşıyoruz. Yapılarımızın önemli bir kısmı kaçak ve mühendislik hizmeti almadan üretilmiştir.17 Ağustos Depremi yapılarımızın %25’ini oturulamaz duruma getirmiştir. Orta ölçekli depremler de bile yapılarımız hasar görüyor can kayıpları oluyor. Bilimin tekniğin ve mühendisliğin gerekleri yapılmıyor. Deprem yönetmelikleri uygulanmıyor, yapı denetim mekanizması işlemiyor.

-Plan kavramı geri itilmiş patronaj ilişkileri ile yeni imtiyaz alanları oluşturulmuştur.

-Kentler mega projeler yapılarak üzerinden para kazanılan bir yer, bir araç olarak görülmüştür. Mega projeler ortak yaşamımızı daha sağlıklı yapan projeler değildir. Bu projeler kent üzerinden para kazanılan ve kente çeşitli riskler yükleyen projelerdir. Bu anlayışla yönetilen kentler yeni afetlerle karşı karşıya kalır.

-Kentlerimizde bulunan boş alanları, dere yataklarını, dolgu alanlarını yapılaşmaya açmamak gerekiyor. Sıcaktan bunalan insanların serinleyebilecekleri yerleri koruyarak deprem sonrası toplanma alanı ve çadır kurulacak yer olarak planlamak gerekiyor.

-Devlet bürokrasisinin sürekli olarak değiştirilmesi, LİYAKATIN dikkatealınmaması, ticaret, cemaat ve şirket yakınlığına göre hareket edilmesi sorunları büyütmüştür.

-Deprem bekleyen İstanbul ve Bursa gibi kentlerimiz de bütünlüklü bir planlama yerine YIK-YAP anlayışına dayanan bir Kentsel Dönüşüm yeni sorun alanları yaratmıştır.

-Teknik, bilimsel, ekonomik ve sosyolojik dayanakları olmayan birinci sınıf tarım alanları yapılaşmaya açılmıştır. Bu kararları denetleyecek bir sistemin kurulmaması da sorunları iyice büyütmüştür.

-Kaçak ve mühendislik hizmeti almadan yapılar üretilmiştir. Yapı denetimi bilimsel esaslara göre işletilmemiş, formaliteyi tamamlayan ve ruhsat almayı sağlayan bir anlayışla yürütülmüştür.

-Üretime dayalı bir ekonomik model yerine inşaata ve TOKİ anlayışına dayalı bir model tercih edilmiştir. Bu durum siyasal sistemi rant dağıtıcısı olarak karşımıza çıkarmıştır.

-Yıkılacağı ifade edilen 7 milyon konuttan çıkacak malzeme atıklarının ne olacağı ile ilgili bir çalışma yoktur. Deniz mi doldurulacaktır?

-İstanbul için belirlenmiş olan acil ulaşım yolları park alanlarına dönüştürüldü. Deprem sonrası çıkacak yangınları söndürmek ve acil ihtiyaçların karşılanması deprem riskinden çok daha fazla risk taşımaktadır.

-Trafikte her yıl 7000 insanımızı, iş cinayetlerinde 2000 ne yakın insanımızı kaybediyoruz. Dünya da ki birinciliğimizi kimseye bırakmıyoruz.

-Halen kentlerimiz de yıkılıp yeniden yapılmayı veya güçlendirmeyi bekleyen çok sayıda hastane, poliklinik, okul ve kamu yapıları var.

-Oldukça fazla yüksek yapı yapılmasına rağmen halen yüksek yapılarla ilgili bir yönetmeliğimiz yoktur

-Başbakanlığa bağlı olan ve AFAD tarafından 2012-2023 yıllarını kapsayan Deprem Strateji ve Eylem Planına göre 2017 yılına kadar yetkin mühendislik yasası çıkarılacaktı. Yürütücülüğünü TMMOB’nin yapacağı bu çalışma henüz başlamadı. Bir yandan da yetkin mühendislik yerine çıkarmış olduğumuz Referans Belgesi verilmesi ile ilgili yönetmeliğin iptaline ilişkin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı dava açmıştır.

-Afet bir olayın kendisi değil doğurmuş olduğu sonuçlardır. Afeti yasa koyucular, ülkemizi ve kentlerimizi yönetenler elbirliği ile hazırlıyorlar.

-Başta İstanbul olmak üzere var olan yapı stokumuz bugünde varlığını koruyor.1999 yılından daha iyi durumda değiliz.

Sonuç Olarak

Ticari kaygı teknik kaygının önüne geçiyor. Bilgi ve beceriye dayalı yöneticilerin yerini şirket ve cemaat ilişkileri alıyor, liyakat yok sayılıyor. Üniversite, meslek odası ve endüstri arasında olması gereken işbirlikleri önemsenmiyor.

Bilimin, tekniğin ve insan yaşamının dikkate alındığı bir kentleşme ve yapılaşma yerine, kişi ve grup çıkarlarına dayalı bir yapılaşma anlayışı kentlerimizi yaşanmaz bir hale getiriyor. Ormanlar, ağaçlar, yeşil alanlar, su havzaları, park ve bahçeler yok edilerek kentlerde boş alan bırakılmıyor. Kentlerimiz, küresel iklim değişikliklerinin etkisi altına sokularak afetlere açık hale getiriliyor. Güvenli yapı ve yaşanabilir bir çevrenin yaratılması önceliklerimiz arasında yer almıyor.

Afet, bir doğa olayının kendisi değil doğurmuş olduğu sonuçlardır. Doğanın kendi kuralları her zaman işleyecektir. Önemli olan yaşanacak doğa olaylarını afete dönüştürmeyecek yapıların üretilmesi ve sağlıklı bir çevrenin yaratılmasıdır