Doğanın dilsizliğine ses olmak

GÜLİZAR BİÇER KARACA
CHP Doğa Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı

On binlerce yıllık kültürlerin, farklılıkların bir arada yaşadığı bu kadim coğrafyada, doğamızdan koparılmanın sancısını hep birlikte çekiyoruz.

Tüm yaşam alanlarında; kamusal denetim olabildiğince esnek ve teşvik üzerine yoğunlaşmış durumda. Korumamız gereken ne kadar alan varsa, her biri şirketlerin kullanımına sunuluyor. Salda’da olduğu gibi, koruma planı olarak inşaat projeleri anlatılıyor. İktidar doğa varlıklarını sömürme sürecini, milli ihtiyaçlar ve kalkınma gibi nedenlerle meşru göstermeye çalışıyor. Ancak, küçük bir azınlığın ellerine bırakılan bu rant başka bir azınlığın mutluluğuna artı değer sağlıyor. Yani, ‘milli’ değil ‘şahsi’ zenginleşme... Vatandaşlarımız da bunu görüyor. Her düşünceden, her sesten bir çok insan bir araya gelerek; seslerini yükseltmeye çalışıyor. Bu ses, bizler için çok haklı ve değerli. Bu nedenle bir parçası olmak için mücadele ediyoruz.

Muhtemelen bir yerlerde duymuş ya da rastlamış olmalısınız. Bir Kızılderili atasözü der ki: Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil torunlarımızdan emanet aldık. Coğrafyalar, çağlar, dönemler değişse de, işgal mantığı değişmiyor. Erk sahipleri saldıran, halk ise saldırıyı defetmeye çalışan, yani savunan oluyor. Bugün ülkemizin dört bir yanından sahip çıkan bir farkındalıkla artan Salda’ya Dokunma, Kaz dağları Bizimdir, Ses Ol Nefes Ol, Munzur Özgür Akacak, Hasankeyf İçin Geç Değil cümlelerinin ne anlama geldiğini sanırım bu atasözü özetler nitelikte.

Doğa, insan tüketimi için kullanılmasında sakınca olmayan ‘kaynak’ ve ‘meta’ olarak görülüyor. Bu ‘insan merkezli’ anlayışta sakınca görmeyenler olabilir. Bir türün diğerine tahakkümünün kabul edilir bir yanı elbette ki yok. Yaşanacak başka bir dünya olmadığından hareketle insanlığın verdiği sınavda doğasının kendisi için bir değer olduğunu ve insana rağmen yine insan tarafından korunması gerektiğini görüyoruz. Doğaya -zaten onun olan- haklarının teslim edilmesi ilkesi temel başlangıç noktamız.

Doğanın dilsiz üyelerinin sesi olmak bakış açısıyla değerlendirdiğimizde; tüketim ve rant odaklı hakim anlayış, var olma koşullarını yitirmeye başladı. Çünkü, meta olarak saldırdıkları doğa, ‘sürdürülebilirlik’ beklentilerini karşılamıyor. Aksine, daha büyük maliyetlere yol açan zararlar ile karlarını düşürüyor. Günü kurtarma derdi ve telaşıyla gücü elinde bulunduranlar, kuşaklararası bir devir sorumluluğumuz olan doğayı kendi çıkarına ve hizmetine sunmakta sakınca görmüyor olabilir ancak hatırlatalım ki insan ömrü sınırlı, görev ve makamlar geçicidir. Dünya ise dönmeye, doğa tüm görkemiyle binyıllarca yaşamaya devam edecek. Doğa koruma ile ilgili mevzuatımızın, gerek yetersizlik gerekse de gereği gibi uygulanmamasından dolayı, hükümet ve şirketlerin sorumsuzluk davranışları katmerleniyor. Bizler ise, onların bu sorumsuzca girişimlerini defederek kendimizi ve bizden sonra gelenlerin haklarını korumaya çalışıyoruz.

Artık birçok ülke anayasalarında doğal varlıkları devralındığı gibi gelecek kuşaklara devretmenin ilkelerine , kurallarına yer veriyor. Ulusal mevzuatların yanı sıra içinde yaşadığımız gezegenin iklim değişikliği gibi tüm toplumları ilgilendiren krizler nedeniyle uluslararası bağlayıcılığı olan sözleşme, belge ve metinlere her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuluyor. Birçok ülke anayasalarında çevreyi koruma hükümlerinin yetersizliğinden hareketle doğanın haklarının teslimi için çareler arıyor.

Son günlerde, Salda’da, Kazdağlarında, Munzur’da, Karaman’da, Şirince’de, Hasankeyf te, Kelebekler Vadisi’nde, Murat Dağı’nda itirazlar yükseliyor. ‘Sen devletsen ben milletim’ diyen Çanakkaleli teyzemizin, siyanürün ne demek olduğunu yaşayarak deneyimlemek zorunda kalan ‘ha siyanür ha terör ikisi de öldürüyor’ diyen Fatsalı amcamızın, ‘ayaklarımız yok kaçmaya’ ellerimiz yok dövüşmeye diyen Kazdağları’nın ağaçlarının varlığı bize şunu hatırlatıyor: “İktidar her yerdedir, direniş de”

Bu yüzdendir ki razı olmadığımızda, vicdanımızı dinlediğimizde biziz ve doğa ananın sadık evlatlarıyız. Çeşmesinden kana kana su içmek isteyen insanımızın, esen rüzgarın, toprağın altından akan ırmağın, dağdaki ceylanın, ormandaki sincabın, yolu bozulan karıncanın yanındayız. Çünkü birlikte yaşıyoruz.