DOĞRUYA
DOĞRU...

Pınar Öğünç (Radikal):

•TESEV Demokratikleşme Programı Direktörü Dilek Kurban ile İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Mesut Yeğen’in kaleme aldığı rapor, Van’ı laboratuvar alarak Tazminat Yasası olarak bilinen 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun’un hangi saiklerle çıktığına, nasıl uygulandığına bakıyor. 2004 tarihli yasayla 90’larda göçe mecbur kalanların kayıplarını ne kadar tazmin edilebildi? İhlal edilen vatandaşlık hakları ne kadar iade edilebildi? Durum iç açıcı değil. OHAL Yasası’nın uygulandığı 19 Temmuz 1987’den sonra, bilhassa 90’lar boyunca 3 binin üzerinde yerleşim birimi boşaltıldı, bir milyonun üzerinde Kürt toprağını zorla terk etti. Devlet bu rakamı 300 bin sularında tutmak istese de zamanında BM baskısıyla kendi yaptırdığı araştırmada dahi 950 binin altına düşmüyor.

Kürt sorununa yaklaşım zihniyeti değişmemişken, üstelik tarih ‘Türkleştirme’ geleneğinin meyvesi türlü iskân ve tehcir hamleleriyle doluyken, kimin başına nasıl bir taş düştü de bu yasayı çıkardı? Devlet birden nasıl Kürt vatandaşlarının mağduriyetini kasasından ödemeye gönüllü oldu? Şöyle...

Hukuk dışı biçimde yerlerinden edilenlerden, daha 90’larda cesurca suç duyurusunda bulunanlar çıkmıştı. Takdir edersiniz ki sadece birkaçına soruşturma açıldı, onlardan da bir sonuç çıkmadı. Mağdurların başvurabileceği tek merci vardı: AİHM. 1996 tarihli Akdıvar davasından 2004’e kadar benzer müracaatların sayısı 1500’ü bulmuştu. Bu bir ülke için başta itibar kaybı ama daha da mühimi inanılmaz bir tazminat yükü demek. Rapordan, sabaha karşı 03.00 sularında çıkan yasa görüşmelerinde ‘haksız zenginleşmenin önüne geçmek’ gibi tabirlerin dahi kullanıldığını görüyoruz. Zihniyet bu. Yasa var mı, var. Yeter ki AİHM’ye gidilmesin.

Bu motivasyonla hayata geçirilen Tazminat Yasası’nın baştan iyi duyurulmaması, zar zor üç kez başvuru süresinin uzatılması şaşırtıcı değil. Diğer zaafları da...

EĞRİYE
EĞRİ...

Markar Esayan (Taraf):

•Ama bir de “parazitler” sıfatını fazlasıyla hak eden bir dış çevre var. Bir yandan Ergenekon ve darbe süreçlerine “Yiyin birbirinizi” perdesinden bakan, AK Parti takıntılı, solcu görünümlü gerçekte ise Kemalistler bunlar. İdeolojik olarak yitik ve etkisiz oldukları için, Dink cinayeti gibi sembolik davalar, onların kendilerini hiç emek vermeden yeniden üretmelerinin bir fırsatı, o kadar. Böylelikle, bünyenin zayıf düştüğü anlarda üremeye başlayan parazit sıfatını da fazlasıyla hak ediyorlar. Bu iki grup arasında ayrımı görmek, bu tartışmayı da buna özen göstererek yapmakta fayda var. Bu anlamda, davaya çok emek vermiş, Hrant’ın yakın arkadaşı ve bu cinayetten derin acı çekmiş olan sevgili Ümit Kıvanç’ın geçen gün yazdığı türden yazılar da, zorlama, alaycı ve kendi içinde kaybolmuş ironik halleriyle, Mahçupyan’a çizik atmak isteğinden olsa gerek, bu önemli ayrımı muğlâklaştırıyor; Mahçupyan’ın ima etmediklerini etmiş gibi kabul etmek, aslında iki grup arasında belirsizleşmeye yol açıyor.

(Markar Esayan, “Ak Parti takıntılı solcular” olarak nitelendirmiş bizleri. Aklı başında her solcunun sermaye yanlısı gerici bir partiye takıntılı olması kadar normal bir şey olamaz herhalde. Kendisinin iktidar aşkından olsa gerek, oraya yöneltilen eleştirilere tahammülsüzlüğü öyle bir noktaya gelmiş ki “Hepimiz Ermeniyiz Hepimiz Hrant’ız” diyenleri ulusalcı ilan etmiş. “Faşizme inat kardeşimsin Hrant” diyerek alanları dolduranlara, Hrant’ı yoldaş kabul edenlere gizli Kemalist demek ise liberal patolojinin bir ürünü olsa gerek. Kendisine ‘şifa’ dilerken “Allah başka dert vermesin” diyoruz.)