DOĞRUYA
DOĞRU...

Nihal Kemaloğlu (Akşam):
•Başbakan'ın 'Tek dil, tek vatan, tek bayrak' hatta sürçü lisan 'tek din' söylemiyle kırmızı sınırların koyuca belirlendiği ülkemizde, küresel sermayeye ve kapitalist işleyişe kaynak aktarmaya sıra gelince tek dinci/milliyetçi çizgilerimiz anında düşüveriyordu! Tecrübemiz gösteriyordu ki; devlet liberal teorinin buyurduğu üzere küçülmediği gibi inadına yürütme ve yasamanın bile üstüne yerleşen devlet yetkisine sahip üst kurullar ve adında 'kamu' geçen kurumlarıyla... baştan aşağı tüm ülke kaynaklarını, kamuya aitse 'özelleştirerek' eğer değilse 'önce kamulaştırıp sonra özelleştirerek' her iki durumda da sermaye etkinliğine katıyorlardı. Siyasi iradenin 'sanat-estetik-kültür-din' söz konusu olunca bangır bangır milli/manevi etik değerleri 'muhafaza etme' dayatmasına ve toplumsal muhalefeti gördüğü yerde 'eşkıyalaştırıp' yargıyı göreve çağırmasına karşın, ultra liberal ekonomik devlet örgütlenmesinin yargı erki ve kamusal varlıkları değil 'muhafaza etmek', varlığını bile zül addetmesi tam da neoliberal devletin kendisi değil de neydi?

Mehveş Evin
(Milliyet):
•Şahsen kimin evrim teorisine inandığı, kimin inanmadığı beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Tabii bu kişi benim doktorum veya referans aldığım bir bilim insanı olmadığı sürece! İsteyen, istediği kadar evrimi tartışabilir. Bu konuda ahkâm kesenlerin,   Darwin ya da ondan sonra gelen  yüzlerce bilim insanının yaptığı  binlerce  gözlemi değerlendirecek  kapasitede olmadığı sürece  görüşlerinin bir değeri yok.   Ancak bir üniversitenin, 21’inci yüzyılda evrim teorisini çürütme gayesiyle sempozyum düzenlemesi tek kelimeyle gülünç. Evet, yanlış  duymadınız! Marmara Üniversitesi, 16-17 Mayıs tarihlerinde ‘Bilim Türler Arası Evrimi Neden Kabul Etmiyor?’ başlıklı bir sempozyum yapacağını ilan etti. Dikkat ederseniz başlığı ‘Evrim tartışması’ ya da ‘Din, türler arası evrimi neden kabul etmiyor?’ falan değil. Yekten, bilimin evrimi reddettiğini iddia ediyor! Anlayacağınız,  başlığı bile yalan...

EĞRİYE
EĞRİ...

Mustafa Karaalioğlu (Star):
•Eskiden söyleyenlerin; söylemek şöyle dursun suratını asanların bile aforoz edildiği Türkiye’den, sınıf despotizminin yıkıldığı Türkiye’ye ulaşıldı. Öyle bir noktaya gelindi ki gerçekler karşısında heybelerinde belden aşağı vurmaktan başka malzeme kalmadı.  Peki, ülkesinin gerçeğine yabancı ve düşman olanların ürettiği şeye sanat denir mi? Bir endüstri düzenine mahkum olduktan sonra yalan yanlış ne varsa hepsini amentü gibi kabul eden, tek kelime özeleştiri yapamayan, yapana da hücum eden insanlara sanatçı denilebilir mi?

(Sanatçılık üzerine tariflerini sunan Mustafa Karaalioğlu bununla da yetinmeyerek ‘sınıf despotizmi’ diye ‘dahiyane’ bir kavram icat etmiş Ne demek istediğini yandaşlık halinden anlıyoruz. Despotizmin karşısına da muhafazakar-sivil(!)  yönelimlerini koyacak herhalde Karaalioğlu. Eleştirel düşünceden bahseden Karaalioğlu’na her şeyi sorgusuz sualsiz kimin kabul ettiğini iktidarın sözünü ağız birliği yapmışçasına her dakika yaymak adına nasıl ‘mücadele ettiklerini’  hatırlatmak isteriz.)

Ahmet Yıldız (Zaman):
•"Sanat" adı verilen faaliyetlerle uğraşmanın kendilerini "üst insan" haline getirdiğine inanan, halkın değerlerini yine halkın vergilerinden beslenerek horlayanlar için artık deniz bitmiş görünüyor. 200 yıldır "aydınlatmaya", "aklını kullanma cesaretini" kazandırmaya çalıştıkları "güruhlar"ın bunların sanat verimlerine piyasa şartlarında itibar etme dereceleri, onların başarısının da göstergesi olacaktır.

(Sanattan ve sanatın kitlelerde yarattığı yabancılaşmadan bahseden Ahmet Yıldız öyle bir tablo çiziyor ki sanırsınız bu ülkede sanattan kaçan onu sermayenin hizmetine sunmak için elinden geleni yapan kendileri değil. Tiyatroların özelleştirilmesi ne anlama geliyor bunu bir sormak gerekiyor. Sanatı sermayenin hizmetine sunmayı bir lütuf gibi sunmanın nasıl bir kafa yapısının ürünü olduğunu  anlamayı bir kenara bırakıyoruz bu denli piyasayı kutsayan ve sanatın nasıl olduğunu piyasa üzerinden ölçen bir anlayışın sanata ne sunacağını net biçimde görüyoruz.)