Dükkan IV: O kadar beyaz olmasa...

Burçak Sel

Asansör boşluğundan atlıyorum. Kaçıncı kattayım, kim bilir. B*k gibi bir yapı ama bundan eminim. Atladığımda etimin liğme liğme olup da beynimin kara zemine saçılması, orada nefes almaktan daha makul geliyor bana işte. Hayat-ölüm çizgisi ya da büyüklerin araf dediği bu yerde ve kıl kadar incecik dengenin üzerinde insan hiç mi iki kez düşünmez. Düşünmüyorum. Bırakıyorum kendimi. B*ka benziyor burası, dedim ya. Kötü kokulu, nemli ve belirsiz…

Pisliğe direnmekle ilgili okuduğum antropolojik kitapların birinde, insan onu bilebilse eline alır, ağzına vurur diyordu. Ama ona benzeyen bir şeyin içinde yaşam sürdürmek zorunda kalabilir ve tek derdi ondan uzaklaşmak olabilir. Uzaklaşmak… En uzağında olmak, başarı mı peki? Ya da en uzağı derken bile onu bir yere koymuş, yok sayamamış ve kendi varlığını onunla mesafesine atfetmiş olmaz mı mahlukat-ı beşer? İnsan, yine de b*k denen şeye yenik düşmemelidir.
Bu binayı nereden anımsıyoruma gelince… Bir insana, vücudunun param parça olmasını tercih ettirircesine gına getirten burayı otuzlu yaşlara tırmanan ömrümün büyük kısmından anımsıyorum pek alasıyla. Mesela ilk yirmi yılından… Çocukluk zamanlarımdan; uçlarından dikleşip de etrafından yavaş yavaş şişmeye başlayan memelerimin bana ağrıdan başka bir şey hissettirmediği ve babamın, abimin ve hatta annemin tüm laik görünümlerine rağmen akıllarının dibindeki “sahip olanın hep utanması gereken” bu uzvumun karşı cins denen erkek zevat için bir arzu nesnesi olmaya başladığını bakışlarından ispatlayabileceğimiz ergenlik dönemime ve kazanır kazanmaz, daha ilk dersinden beri akademisyen olmaya taktığım fakülte yıllarıma kadar, yani ömrümün üçte ikisinden fazlasının geçtiği bu yeri, ilk görüşte ben tanımam da kim tanır. Adeta koca bir kanalizasyonun, her şeyiyle harmanlanıp ayağa beton olarak dikildiği buranın tozunu yutan, onu gözünden tanır, gözünden. İnsan eline yüzüne bulaşanı çok iyi bilir.

Uykuya dalmadan önce, göz kapaklarımdan başlayarak vücudumun her yerine bir balçık gibi yapışacağını düşünmekten kendimi alı koyamadığım bu meretin, bu hayatta en çok neyi andırdığını elbette ben bilirim. Mis kokulu, hoş bir şeye benzese belki çiçek derdim ondan için. Deli miyim, ne zorum olurdu geçmişimle güzel olsaydı hem. Bugünümden başlayarak önümdeki tüm günlere cila ederdim onu. Ben 20 yaşına kadar bir gül dalından inmedim…derdim. Lakin içimden leş demek geliyor ona yalnızca. Hayatımda hatırlamak istemediğim ne kadar travmam varsa, içinde zuhur eden ve bana hapishaneden başka bir şeyi çağrıştırmayan o binayı bilincimin içinde, dışında, altında, üstünde nerede görsem tanıyacağıma kefilim. Tanıyıp da yanından, rüyada da olsa pır diye tüyeceğime de…

Okuduğum makalelerin her bir satırını devirdikçe, yukarısına eriştiğim sınıf merdiveninin başlangıç basamağı, benim için o apartmandan başka bir şey değil. Kocaoğlu Apartmanı! Hey yavrum hey! Seni gözünden tanırım ben. Yeşili küfe çalan o renginden bilirim seni. Bir ormana baktıkça içi kararır mı insanın. Benim kararıyor işte, senin yüzünden. Bu rengi, evrenin en güzel varlığı olan ağaçta bile görmeye tahammülüm yok. Yaprağın, dalın renginden bizi buz gibi soğutanlar sağ falan olmasın! Hepsini ardıma koymak istiyorum.

Fakat… Ben, burs başvurusuna onay gelmiş mi diye hem elektroniğini hem de gerçeğini aşındırdığım posta kutusunu kendisine bir müddettir yoldaş belleyip bu ülkeden defolup gitmekten başka bir gailesi olmayan ben, buranın ne yapsam içindeyim gibi hissediyorum. Ne yapsam kafam onun geleneklerle örülü ve başkasını memnun etmek üzerine kurulu yaşantılarına tosluyor. Ne eylesem annemin, biz seni böyle ol diye mi okuttuk bakışıyla çarpışıyorum. Kendisini de soğurmaktan helak etmiş değerlerinin, ekseriyetle kız evladına aktarımını her fırsatta yaptığı o gözlerini… Bu gözler yetmiyormuş gibi, babamın höt hötleri, abime cinsiyetinden tevellüt geçilen iltimaslar, bir de sanki emeğiyle kazanmış gibi bu konumunu, attığı cakası… Hoop… Tüm bunlar birleşince bu zıkkım, zeminine tekerlek takılmış gibi hep yanımda bitiyor. Hayatın hangi uğrağında olursam olayım gelip kuruluyor yanıma kör olası. Bir de üstüne, kapısını sonuna kadar açıyor gireyim diye. Ancak… Girmem. Ölürüm de girmem. Girmem Allah girmem. Ve eğer içindeysem rüyada da olsa ölmeyi yeğlerim. Tıpkı yarı ölüm dedikleri her uyku halindeyken, gerçekliği bir sarsıntıyla yok olup gidecek kadar yalan hatta şaka bile olsa yine de ölmeyi seçmem gibi. Bu kez de ölmeyi tercih ettim nitekim… Güzide hatıralarımı cebime bir güzel katlayıp koydum ve pır…

Fakat, diğer her birinin nihayetindeki gibi paramparça olan yüzümü göreceğimi umduğum anda bir şey oluyor. Bugüne değin hiç olmamış bir şey. Tam oh be öldüm de kurtuldum diye rahatlayacağım anda garip bir şey… Sağ elinde… Evet, sağ elinin üzerinde belirgin bir beni olan ve elin renginden beyaz tenli olduğunu anımsayabildiğim biri, asansör boşluğundan salındığım anda beni kavrıyor. Yüzü asla yakalayamıyorum. Rüyaya bu kadar müdahale edebilsem zaten orada ne işim var. Ancak el, bizim türün, yani bir insanın eli. Bundan eminim. Beni, sağ omzundan uzanarak ve dolayısıyla sağ elini kullanarak tuttuğundan da eminim. Artık, Marvel karakteri gibi olağanüstü şekilde kolu mu uzayıp beni yakalıyor yahut tam atladığım esnada yakalıyor beni anımsamıyorum. Tek bildiğim, önce boşluğa salınmış hissini yaşamam. Öleceğimden çok eminim, haklı olarak. Bu zamana kadar kaç kez ölmüşüm. Deneyimliyim yani. İster atlar atlamaz ister atladıktan biraz sonra ölürüm ben. Ancak bu eşkalini asla bilemediğim kimsenin eli, beni adına kurtuluş verdiğim sondan alıyor. Aldığı gibi de o lanet olası yerden bir düzlüğe çıkarıyor. Kelimenin tam anlamıyla yaşıyorum yani. Ya da kelimenin tam anlamıyla yaşatıyor beni bu beyaz el… Üzerinde beni olan, beyaz bir sağ el… Sağ… El…

Sağdaki ev mi abla? Daha Küçükesat’a gelmedik ki. Burada mı, Köşem Tekel’de mi ineceksin, diyen taksicinin sesiyle irkilen ve sadece kendine konuştuğunu düşündüğü rüyasının sonlarında dış anlatıma geçtiğini fark eden Güneş, devam edelim lütfen ricasında bulunurken gözünün ucuyla bizimkinin dükkânına bakıyor. Dün gece sinirlerini aşırı bozan Ercan’ın mekanına. Hüseyin amcasıyla, aracın filmli camından bile yüzünün kızılca kırmızılığı seçilen onun karşılıklı çay yudumladıklarını görüyor. Elbette Güneş, daha önce lafı geçen, dünyanın en sevimli dört hayvanın başlarının üzerine resmedildiği ahşap taburelerin ikisine kurulmuş bıyıklı adamların bu absürd görüntüsüne kahkaha atmıyor, geriliminden sebep. Mesela Hüseyin amcası zürafa, Ercan koalanın üzerinde, bu taburelerin sevimliliğinden bi haber ciddili ciddili konuşuyorlar. Hatta, Hüseyin amcası o esnada, Ercan’ın kendisiyle ilgili telefonda yaptığı gafın hesabını soruyor. Ama bilemiyor işte, nerden bilsin şimdilik. Derken, evinin önüne geliyor nihayet. Burada, lütfen diyor. İniyor. Çayır taksi tabelalı arabanın arkasından bakarken, dün gece biraların parasını uzattığı elin üzerinde yanlışlıkla dokunduğu belirgin, siyah beni anımsıyor. Ülkenin, buz kestirmesiyle malul bu şehrinde daha önce defalarca kesilmemiş gibi sanki… Beton gibi kas katı geçmiş vücudunun ellerine bakıp yalvarıyor onlara adeta. Tek beni eve at da ne yaparsan yap diye. Bin bir eziyetle kapısının kilidini açabiliyor. Sonra, giriş o giriş… Hayır, sol elidir, hem o kadar beyaz tenli değil ki o falan diyerek kendisiyle savaştığı tam bir ay geçiriyor kelleyi bile çıkarmadan. Tam galip hissedecek olduğu esnada, akıl, gerçeği dürtüyor tabii: O kadar beyaz olmasa yanakları nasıl öyle kızarsın?