Son ABD ziyaretinde Trump’ın, daha doğrusu Amerikan devletinin Erdoğan’a Kore Savaşı'nı hatırlatması tesadüf değil elbette. ABD, bir yandan Türk sağına antikomünist mutabakatı ve İslamizasyon politikalarını hatırlatarak “olmasaydık olmazdınız” diyor, öte yandan “bizim için hâlâ esas işleviniz askeriniz, onu nerede ne zaman kullanacağımıza ise biz karar veririz” mesajını veriyor

Dünden bugüne  Türk sağının Amerika aşkı

FATİH YAŞLI
@fatih_yasli

1950 yılında, tıpkı şimdiki mirasçıları gibi TBMM’yi bypass etmeyi pek seven Adnan Menderes iktidarı, Anayasa'yı hiçe sayarak Meclis kararı olmaksızın Kore’ye asker gönderme kararı aldı. Kararın alınmasının üzerinden bir yıl geçtikten sonra Vatan gazetesine konuşan Menderes bu kararı şöyle savunuyordu:

“Bir hükümet için kriz anında karar alınırken, aynı sorumluluğu paylaşan muhalefete de danışmaktan daha cazip başka ne olabilirdi? Bizim Kore’ye asker gönderme kararında muhalefete niçin danışmadığımıza gelince: Biz gördük ki, ülkemizin selameti uzun vadede sayısız riski göze almada ve dış politikadaki inisiyatiflerimizi korumada yatmaktadır. Tüm hür insanların güvenliği için, Kore’de saldırgana büyük güçlerle meydan okuyan Amerika’yı yalnız bırakamazdık. Gelecekteki savunmamızda aktif bir rol oynayabilmemiz açısından da bunun bize büyük yarar sağlayacağını gördük. Bu kararımız ve onu uygulama biçimi, bir saldırıya maruz kaldığımızda onunla nasıl mücadele etmemiz gerektiğinin canlı bir örneğini verdi. NATO’ya dâhil edilişimiz, bu yoldaki çabalarımızın sonucudur. Türkiye’nin adı uluslararası ilişkilerde artık ‘büyük bir güç’ olarak geçmektedir.”

Türkiye 1950-53 arası Kore’ye 29.882 asker yolladı. NATO’ya üye olmanın kan bedeli, 717 ölü, 2246 yaralı, 16 kayıp ve 219 esir oldu. Daha 1947 yılından itibaren milli bir ittifakla başlayan Amerikancılığın resmi hüviyete kavuşması, yani NATO üyeliği, Soros’un yıllar sonra veciz bir şekilde ifade edeceği üzere, egemenlerin “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü” olarak gördükleri askerin, yani yoksul halk çocuklarının yüzer yüzer ölmesiyle mümkün olacaktı.

• • •

Türkiye’nin yakın tarihi, devletin sol düşmanlığı adına dışarıda emperyalizmle, içeride ise Türk sağıyla kurduğu mutabakatın tarihidir. Türkiye egemen sınıfı, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte, Sovyetler Birliği tehdidini gerekçe göstererek safını Batı bloku olarak belirlemiş, bunun için de elindeki tek silaha, yani jeopolitik konumuna ve orduya sarılmıştır. Türkiye egemen sınıfının “emperyalizmin ileri karakolu” olma hevesi bununla ilgilidir. 1946-47’den itibaren Türkiye toprakları hızla Amerikan üslerine açılmış, 1950’den itibaren ordu hızla bir NATO ordusuna dönüştürülmüş, siyasetin merkezine antikomünizm ve Sovyetler Birliği düşmanlığı yerleştirilmiştir.

Emperyalizmle entegrasyonla, yani IMF, Dünya Bankası, NATO üyeliğiyle, ABD üslerinin pıtrak gibi çoğalmasıyla, din derslerinin müfredata yeniden dönüşünün, İmam Hatiplerin, Kuran kurslarının yeniden açılmasının aynı zaman dilimi içerisinde gerçekleşmesi tesadüf değildir. Emperyalizme entegrasyon derinleştikçe gericileşme hız kazanmış, gericileşme hız kazandıkça entegrasyon derinleşmiştir. Çünkü antikomünist mutabakat, daha ilk andan itibaren, sola karşı dindar ve milliyetçi nesiller yetiştirme zorunluluğunun farkına varmış, esas yatırımını buraya yapmıştır. Aynı dönem Köy Enstitüleri’nin “burada komünist yetiştiriyorlar” denilerek hedef tahtasına konulması ve ardından kapatılması da hiç şüphesiz bir tesadüf olmayıp “zamanın ruhu”na uygun bir gelişmedir.

Türk sağı, 2.Dünya Savaşı boyunca “esir Türklerin Sovyet mezaliminden kurtuluşu” adına nasıl ki Nazileri destekledi ve onlarla işbirliği yaptıysa, Soğuk Savaş boyunca da buna bir de “Sovyet işgali tehdidi”ni ekleyerek ABD’yi desteklemiş, ABD’yle işbirliği yapmıştır. 1944 Irkçılık-Turancılık davasının sanığı Alparslan Türkeş’in İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’ye gönderilen ilk subay kafilesinde yer alması ve kontrgerilla eğitiminden geçirildikten sonra Türkiye’ye gönderilmesi buna dair muazzam bir sembolizm içermektedir. Aynı Türkeş daha sonra, sola karşı oluşturulan sokak gücünün, paramiliter bir yapılanmanın lideri olarak siyasi yaşamına devam edecektir.

Türk sağı için ABD; komünizmin ve Sovyetler Birliği’nin panzehridir ve mutlaka desteklenmelidir. Bugünkü iktidar kadrolarının hepsinin rahle-i tedrisatından geçtiği Necip Fazıl, ABD için şöyle demektedir:

“Amerika bugün Moskof dünyasına karşı bir D.D.T makamındadır. D.D.T haşerelere sıkmak için kullanılır, çilek şerbeti diye içmek için değil… Ve elbette ki, D.D.T’nin lezzetini beğenmek ve onu sevmek diye bir temayüle yer yoktur. Amerikalıyı “evine dön, defol” diye koğmaya kalkışmak, Moskof’a ve komünizmaya buyur etmek ve mikrop hesabına D.D.T’yi kırmaktır.”

Necip Fazıla göre, “bugün dünya, milletlerin oluş istikametleri ve tekevvün hakkı bakımından iki vahide ayrılmıştır” ve bu ikisinden birinin yanında yer almak gerekmektedir. “Ya Amerikayı tutacaksınız ya Sovyet Rusyayı; ya demokrasiyi ya komünizmayı…” der Necip Fazıl ve şöyle devam eder: “Onun için, en küçük Amerikan aleyhtarlığı, hangi zaviyeden olursa olsun, Sovyetleri desteklemek diye anlaşılır. Bu yüzden komünizmaya zıt bir dünya görüşü kerhen de olsa, Amerikan politikasını korumakla mükelleftir.”

Türkiye’de solun yükselişe geçtiği 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren, Soğuk Savaş’a ve NATO konseptine bağlı olarak kontrgerilla devreye sokulacak, suikastlardan kitle katliamlarına, ABD öncülüğünde bir savaş yürütülecek, İslamcısıyla, milliyetçisiyle Türk sağı bu savaşa gönüllü asker olarak yazılacak, hizmet aşkıyla emperyalizmin arkasında hizaya girecektir.

• • •

Soğuk Savaş sona erdi ama ne Türkiye egemen sınıfının ne Türk sağının Amerikan aşkı sona erdi. Birinci ve İkinci Körfez Savaşlarında, Irak ve Afganistan işgalinde, Arap Baharında ve son olarak Suriye’de, hep “bir koyup üç almak” mantığıyla hareket edildi. Dahası, iktidara gelmenin yolunun Washington’dan geçtiği bilindiği için hep ABD’den icazet alındı. Milli Görüş’ün “yenilikçileri”nin partilerini nasıl kurdukları ilk elden tanıklıklarla biliniyor artık; aynı şekilde, Cemaat'in nasıl bir ABD aparatı olduğu, ABD’nin “hizmet”inde bulunduğu da.

Bugün gelinen noktada ABD ile mevcut iktidarın çıkarlarının kimi noktalarda çatışıyor olması, kimileri tarafından “millicilik”, antiemperyalizm” vs. diye adlandırılıyor, “emperyalizmin Türkiye’ye saldırısına karşı milli saflarda omuz omuza durmak” gibi zırvalıklar ortada dolanıyor. Oysa hemen her gelişme, bize İslamcılardan anti-emperyalist çıkmayacağını, İslamcıların “millici” olamayacağını gösteriyor. Güya Suriye’de Rusya’nın çizgisine doğru gelinirken, güya Türkiye Avrasya eksenine yaklaşırken, ABD’nin yaptığı ilk füze saldırısına “yetmez ama evet” denilerek iştahla koşulması bunun bir örneği, Trump döneminde ABD, İran’a yüklenecek diye birden “Pers yayılmacılığı”ndan söz etmeye başlamak da başka bir örneği. Türk dış politikası geçmişte olduğu gibi, bugün de bölgede açıkça Amerikancı ve Rusya-Suriye-İran düşmanı bir pozisyonda bulunuyor. Ancak doğrudan Erdoğan’ın kişisel ikbaliyle ABD dış politikası arasında bir denge durumu halen tesis edilemediği için, pazarlıklarda el yükseltmek adına ortaya zaman zaman ABD-karşıtı bir manzara çıkıyor.

Son ABD ziyaretinde Trump’ın, daha doğrusu Amerikan devletinin Erdoğan’a Kore Savaşı'nı hatırlatması tesadüf değil elbette. ABD, bir yandan Türk sağına anti-komünist mutabakatı ve İslamizasyon politikalarını hatırlatarak “olmasaydık olmazdınız” diyor, öte yandan “bizim için hala esas işleviniz askeriniz, onu nerede ne zaman kullanacağımıza ise biz karar veririz” mesajını veriyor. Fonunda sürekli mehter çalan ve gazla çalışan Türk dış politikasının, Trump ve ABD karşısındaki süt dökmüş hali ise Türk sağının ABD’ye olan platonik aşkının olanca şiddetiyle devam ettiğini gösteriyor.