Omzundan sarkan, sarı çantasını açtı ve içindeki parayı saydı. “Nereye geçeyim?” dedi. Gösterdim. Aynanın önündeki kırmızı deri koltuğa oturttuktan sonra tekerlekli koltuğumu kadının ayaklarının dibine kadar çektim. Elleri çok sertti

Dünya ağır bir yer ve boş

SİNEM SAL / @sinemsal

Daha derine inilemeyen bir dünyada, kader uzun ve verimli bir oyalanmadan başka ne olabilir ki? - Tim Parks

Her sabah Kadıköy’deki kuaföre gidip önüme uzanan el ve ayak tırnaklarını kesmek, etlerinden sıyırmak ve törpülemek için evden çıkıyordum. Çift yön olan caddeden geçerken eteklerimi topluyor ve topuklarımın çıkardığı seslerle hızlı hızlı yürüyordum. Kendime eşlik eden o topuk seslerim ve ıslığımdan başka hiçbir şeyim yoktu. Geriye kalan her şey benimle uyumsuzluk içindeydi sanki. Hayat, bana karşı gelmek üzere bir yerlerde başlatılmış bir oyundu.

Bazı sabahları geride bırakmak istersiniz. Fakat bütün sabahlar peşinizden gelir. Size, sizin sandığınız gibi olmadığını kanıtlamak isterler. Bu yüzden kovalarlar.

Dükkandan içeri girdiğimde, Ali’yle selamlaştım. Ali, kasadan sorumludur. Sabahtan akşama kadar dükkanın önünde durup sigara içer ve gelen geçeni selamlar. Kendisine selam veren uzun saçlı kızların saçına dokunur ve sarışın olurlarsa ne kadar da güzel olacaklarını söylerdi. Hepsi de bir hafta sonra dükkana gelir ve kusmuk sarışını olurdu. Hepsine ne güzel oldunuz derdik. Bu bizim görevimizdi.

Sabahları dükkanı ben açarım. Temizlerim. Çay demlerim. Önce yeni çalışan Turgut gelir, sonra Ali. Kasanın başında bir çay içer ve gazetenin son sayfalarını okur. Sonra da kapıya çıkar. Bir müşteri geldiğinde, ödemesi yapılacağı zaman Ali bey diye çağırırım onu, ağır ağır girer içeriye, kasaya geçer ve parayı alır. Müşteri güzelse indirim yapar, değilse “… verseniz yeter,” der. Sanki o kadar tutmamış gibi karşıdakini borçlu hissettirme taktiklerinden biridir.

Bir sabah, dükkanın kapısını açtıktan hemen sonra içeri yeşil, uzun ceketli bir kadın girdi. İçinde kırmızı kadife, çok eski bir elbise vardı. Kumral saçları, yağdan birbirine yapışmış ve iri dalgalarıyla sırtının ortasına kadar uzanıyordu. Önceden buraya gelmediği belliydi. Çekingen adımlarla bana doğru geldi ve manikür fiyatı nedir, diye sordu. Uzun ve eğik bir burnu vardı kalın kaşlarının arasında. İnce dudaklarına doğru eğilmiş, kemerli bir burun. “15 Lira,” dedim.

Omzundan sarkan, sarı çantasını açtı ve içindeki parayı saydı. “Nereye geçeyim?” dedi. Gösterdim. Aynanın önündeki kırmızı deri koltuğa oturttuktan sonra tekerlekli koltuğumu kadının ayaklarının dibine kadar çektim. Elleri çok sertti. Suyun içinde biraz daha beklesin diye çay isteyip istemediğini sordum. İstedi. Hava soğuktu. Bir bardak demli çayı boşta duran sol elinin yanına bıraktım. Sağ elini ılık sudan alıp sol elini suyun içine bıraktım. Konuşmuyorduk. Ben, kadının etlerini tek tek derine kadar itip makasla keserken, bir noktaya dalmış şekilde baktığını görebiliyordum.

Sol elinin baş parmağını kanattım. “Önemli değil,” dedi. Yine de sandalyemin altındaki çekmeceden bir parça pamuk alıp kanayan yere bastırdım. “Geçer şimdi,” dedim “tekrar özür dilerim.” Dediğim şeyin onun için bir önemi yokmuş gibi buralarda kuru pasta satan ucuz bir pastane var mı dedi. Ucuz pastane mi olurmuş dedim içimden. Elini tutmaya devam edip kadının ince gözlerine bakarak “Yanda bir fırın var, birkaç kurabiyesi oluyor sabahları bu saatlerde,” dedim. Sustuk.

Ellerini törpülemeye geçtiğimde, “Buralı değilsiniz herhalde?” diye sordum. Boşta duran eliyle kırmızı kadife elbisesinin yakasını düzeltti. “Yok,” dedi “babam buralı. Onu ziyarete geldim.” Manikür, ağda, pedikür sırasında bütün insanlar birbirlerine kimselere açmadıkları sırlarını açarlar. O dükkandan çıkınca da unutulup giderler. “Babanızdan uzakta yaşıyorsunuz herhalde?” diye sordum. Hikâyesini anlatsındı.

“Otuz dört yıldır,” dedi “babamı hiç görmedim. “Üç yaşımdayken gitmiş evden. Telefonda konuştuk yalnızca. Bir tane fotoğrafı var. Bütün hayallerimde hep o suratı yerleştirirdim. Beş sene önce yıllardır aradığım babama ulaştım. Telefonda konuşur olduk. Bayramlarda bayramını kutluyordum. Arada bir de arıyordum, halini hatrını soruyordum. Nihayet bu hafta beni evine davet etti. Güzelce Manav’ı biliyor musunuz? Onun hemen üstünde.”

Son tırnağı da törpülemiştim. “Evet,” dedim “sağdan devam edin hemen orada. Ne güzel, insan babasına kızamıyor. Meyve yere düştü diye ağaca kızar mı hiç? Oje ne renk olsun?” “Kırmızı,” dedi.
Az da olsa yumuşayan ellerine kırmızı oje sürmeye başladığımda telefonu çaldı. Açtı. Neşeyle diri diri çıkan sesi giderek kısılıyordu. “Tamam,” dedi “haftaya gelirim o zaman. Geçmiş olsun.”

Telefonu kapattı. “Bir şey mi olmuş?” dedim. “Hastalanıvermiş dün gece, sabaha kadar uyuyamamış babam,” dedi. Birkaç saniye sustuk. Birden elini çekti. Daha sadece bir elinin dört parmağını boyamıştım. “Kalsın,” dedi, “acelem var.” Çantasındaki dükkana girdiği anda hazırladığı 15 Lira’yı çıkarıp bana doğru uzattı.

Dükkandan çıktı. Sola doğru döndü. Güzelce Manav sağ taraftaydı. Ama artık ihtiyacı yoktu. Yarım boyanmış elleriyle, arkasından çektiği kapı kapandığında, içerisi sıcaktı, dışarısı soğuk. Dünya her şeyi yarım bırakmakla meşhurdu. Hayatsa, tamamlanma konusunda bir türlü nam salamıyordu. İkisi, tam da böyle geçinip gidiyorlardı. Geçip gidiyorlardı.