Dünya bozuluyor; farkında mıyız?

AYDIN CINGI (SİYASET BİLİMCİ)

Üzerinde yaşadığımız gezegenin gittikçe kirlendiği, ısındığı ve yakında yaşanmaz hale geleceği biliniyor. Ekolojik yapının gördüğü zarar; Sanayi Devrimi’nden bu yana enerji üretimi, tarım, ulaşım, ormanların tahribi gibi tekno-endüstriyel bir bütünün temsil ettiği ve belirlediği yaşam biçiminin sonucudur. İnsan etkinliklerinin yarattığı bu sorunu yine ancak insan bilincinin çözebileceği ise açıktır.

GÖSTERİLEN ÇABALAR YETERSİZ

Nitekim geçen yüzyılın sonlarından bu yana, olumsuz gidişi bir araya gelerek durdurma yolları aranıyor. Birleşmiş Milletler düzleminde UNFCCC (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması) ile 1992’de belirginleşen bu çabaların en kapsamlısı, 1997’de, Kyoto Protokolü adı altında somutlaşmış belgedir. Çevre kirlenmesi ve küresel ısınma ile ilgili teknik veri ve bilgi hızla artmakta. Her yıl dünyanın değişik kentlerinde toplantılar yapılıyor. Ancak mevcut birikim, topluca uyum içinde ve etkinlikle duruma el koyma eylemini tetikleyecek bir evrensel bilince henüz dönüşebilmiş değil.

Bu yılın sonunda Paris’te yapılacak toplantıda dünyanın her tarafından gelecek katılımcılara sunulacak çerçeve-öneri aslında basit. Küresel ısınmanın bu yüzyıl sonuna değin 2 dereceyi aşmasına izin verilmemesi gerekiyor. Öte yandan atmosferde sera etkisi yapan gaz emisyonunun sınırlanması yoluyla en geç 2060 yılında “sıfır karbon salınımı” aşamasına ulaşılmalı. Bu hedefler tutturulamadığı takdirde gelecek yüzyılda torunlarımız, bir dizi Pasifik adasının ve kıyı kentinin sular altında kalmış olacağı farklı bir dünya haritasıyla tanışacak. Söz konusu hedeflere ulaşmanın yolları ve bu çerçevede alınması gereken önlemler de teknik olarak belli; tek engel, ulusal ve uluslararası siyasal irade yoksunluğu.

SİYASAL İRADENİN OLUŞMASINA ENGEL OLAN FAKTÖRLER

Bunlardan birisi, bireylerin davranış kalıplarıdır. Gelişmiş ülkelerin tüketime endeksli yurttaşı durumun vahametinin farkında değil. İklim değişikliğinin yol açtığı doğal afetlerin, kendi günlük davranışlarının sonucu olduğunu ve ön etkilerini henüz tam anlamıyla hissetmediği uzun dönemli büyük tehlikeyi yaşam biçimiyle bizzat tetiklediğini algılayamıyor.

Gelişmiş ve hızla gelişmekte olan toplumların, denetimsiz büyümeyi frenleme ve “yeşil ekonomi” denen yapıya geçme zorunlulukları var. Ancak bu “geçiş” bir bedel gerektiriyor. Hiçbir emekçi, kirletme gerekçesiyle işyerinin kapatılmasına ve hiçbir sendika, sektörünün daraltılmasına razı olmuyor. Ekmeğini düşünen insanlardan küresel hedefler için özveri istemek kolay değil. Yeşil ekonomiye geçiş yolunda bu türden toplumsal gerilim ve çatışmalardan, ancak vergi-teşvik mekanizması devreye sokularak ve uluslararası dayanışma ve işbirliği uygulanarak kaçınılabilir. Bu da, zengin uluslardan yoksullara bir mali kaynak transferi anlamına geliyor.

Ülkelerin küresel ısınma konusuna ilişkin önleyici ve engelleyici uygulamalarında karşılaşılan güçlükler de bir başka sorun kategorisidir. Enerji, çevre ve ekonomi politikaları bu alanda zaman zaman birbirleriyle “çelişerek” uygulanmak zorunda. Büyümeye dayalı ekonomi politikası ciddi enerji girdisi gerektiriyor. Örneğin nüfusu yılda %1,25 oranında artan ve ekonomisini bu gerçeğe uyacak ölçülerde büyütmek durumundaki Hindistan, bunu çoğunlukla kömür, petrol gibi fosil enerji kullanarak sağlıyor. O nedenle, Hindistan’dan dünyayı hiç kirletmeden kalkınmasını istemek şu an için olanaksız. Öte yandan ABD, Çin vb dev ekonomiler de, Hindistan gibi, uluslararası düzlemde belirlenmiş hedeflere yönelik kesin kısıtlamalara direniyorlar. Gerçekten de temiz ve yenilenebilir enerji kaynakları, toplam enerji gereksinimini karşılamaktan şimdilik çok uzak.

Gezegende kirlenmeyi, esas olarak, ilk sanayileşen ve şimdi “gelişmişler” kategorisindeki ülkeler yaratmıştır. Şu anda da öncelikleri onlar saptıyor; başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, birçoğu olumlu yönde çaba gösteriyor. Ancak, henüz kalkınmakta olan ülkeler de onlardan anlayış bekliyor. Ne var ki bu, “vaktiyle siz kirleterek kalkındınız, şimdi sıra bizde” anlamına gelmemeli. Yine de gelişmişler, bu türden ülkeleri kirletmeden büyüme sağlamaları için bir an önce gerekli teknoloji ile donatmak zorunda. Kirlenmiş ve ısınmış bir dünyanın zararları gezegenin tümünü etkilediğine göre, bunun bedeli de herkesçe ve hakça ödenmeli.

NELER YAPILMALI?

Tüketimi azaltma ve büyümeden vazgeçme fikri, çevre duyarlılıklı pek çok politikacıya zenginliğin küresel çapta yeniden dağıtımı fikrinden daha yanaşılabilir geliyor. Bunlar, ekonomik eşitsizlik ile iklim değişikliğinin birbirine “sürdürülebilirlik” ilişkisiyle bağlı olduğunu gözden kaçırıyor. Dünyanın gece uzaydan görünüşüne bir bakın. En ışıklı yerler sermaye birikiminin ve enerji tüketiminin, dolayısıyla maddi kaynakların en yoğun olduğu bölgelerdir. Gidişin sürdürülemezliğini sergileyen bu tablo son derece anlamlıdır; dünyanın ekolojik sorunları, aslında tahrip ve yok etmeye dayalı olduğu kadar, hatta ondan daha da çok, eşitsiz dağılım kaynaklıdır.

Öncelikle yapılması gereken, sorunu teknik alana hapsetmekten kaçınmak olmalı. Çünkü iklim değişikliği aslında siyasal bir sorundur ve evrensel ortak irade bir an önce oluşturulup harekete geçilmelidir. Karbon salınımına ve sıcaklık artışına ilişkin teknik zorunluluklar bellidir. Sorumlular teknik planı ödünsüz uygulamak durumundadır. Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius, söz konusu planın uygulanmasında güçlük çıktığı takdirde bir “B Planı” olup olmadığı sorusuna karşı Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un verdiği yanıtı şöyle naklediyor: “B planımız yok, çünkü B Planetimiz (gezegenimiz) de yok.”