Sosyal hareketler, yeni enternasyonal ihtiyacı ve dünya devrimi üzerine çalışmalar yapan Sosyolog Doç. Dr. Şahan Savaş Karataşlı, “20. yüzyılın başlarıyla 21. yüzyılın başları arasında son derece ilginç benzerlikler var” diyor.

Dünya devrimci dönemden geçiyor

Oğuzcan ünlü

2008 finansal krizinin etkisinden bir türlü çıkamayan küresel kapitalizm, 1990’larda ilan ettiği ‘zaferinin’ altında kalmışa benziyor. Neoliberal küreselleşme ideolojisinin politik, ekonomik ve kültürel tüm ezberleri günümüzde sarsılmış durumda.

Kuzey Karolina Üniversitesi’nden sosyolog Doç. Dr. Şahan Savaş Karataşlı, bugünü analiz edip yarın için neler yapabileceğimizi değerlendirdi.

► Küresel kapitalist sömürüye karşı dünyanın pek çok yerinde halk hareketlenmeleri ve isyanlar yaşanıyor. Ancak sisteme topyekûn ‘müdahale’ edip bağımlılık ilişkilerini sarsarak düzeni değiştirecek bir dünya devriminden söz edemiyoruz. Bunun nedenleri nedir?

Johns Hopkins Üniversitesi’ndeki Arrighi Küresel Çalışmalar Merkezi’nde son yedi yıldır bu konuda kapsamlı bir çalışma yürütüyoruz. Yaptığımız çalışmalarda 2008’den bugüne kadar toplumsal hareketlerin, isyanların ve ayaklanmaların yoğunluğunun, şiddetinin ve yayılımının, bir devrimler dönemi olan 1905-1920 dönemiyle önemli benzerlikler taşıdığını tespit ettik. Dahası, hem bizim çalışmamız hem de Princeton Üniversitesi’nde bu konuda yapılan çalışmalar bu iki dönemdeki ‘devrimci durum’ sayısının da neredeyse aynı olduğunu gösteriyor.

Bu bulgular çok da şaşırtıcı değil. Çünkü 20. yüzyılın başlarıyla 21. yüzyılın başları arasında son derece ilginç benzerlikler var. Her iki dönem de kapitalist dünya sisteminde ekonomik, toplumsal ve siyasi krizlerin iç-içe girdiği, dönemin hegemonik güçlerinin (yani İngiltere ve ABD’nin) zayıflamaya başladığı, eski düzenlerin çökmeye başladığı, yönetenlerin eski yöntemlerle yönetemediği, yönetilenlerin ise kendilerini yıllardır yöneten akımlara güvenmemeye başladığı dönemler. Bu dönemler, her toplum içerisindeki en ezilen, sömürülen ve dışlanan kesimlerin acılarının ve taleplerinin de olağanüstü bir şekilde arttığı dönemler. Bu yüzden, bu dönemlerde ‘devrimci durumların’ artması çok normal.

OTORİTER VE SAĞ HAREKETLER BOŞLUĞU DOLDURUYOR

Elbette bu iki dönem arasında son derece önemli farklılıklar da var. Bu farklılıkların bir tanesi de sizin ifade ettiğiniz konu: Yani, geçtiğimiz yüzyılın aksine, bu yüzyılda devrimci durumların devrimler yaratamaması konusu. Elbette, toplumsal ve siyasi bilimlerin gözlüğünden bakınca bu durumun pek çok farklı nedeni olduğu savunulabilir. Ama tüm nedenler içerisinden bir tanesi açıkça öne çıkıyor: 20. yüzyıl başlarının aksine, içinden geçtiğimiz dönemde, Küresel Sol ne yerelde ne de uluslararası düzeyde bu devrimci durumlara müdahale edebilecek bir özne haline gelemedi.

Aslında bu iki yüzyılda Küresel Sol’un örgütlenme deneyimi tam zıt bir şekilde evrimleşti diyebiliriz. 1848’den 1920’ye kadar geçen süre zarfında dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya çıkan sol hareketler, hem ulusal hem küresel anlamda giderek daha örgütlü ve karşılarına çıkan devrimci durumlara müdahale edebilen bir özne hale geldiler. Ancak 1948’den 2020’ye uzanan sürede ise tam tersi yönde bir çözülme süreci yaşandı. Dolayısıyla Küresel Sol, içinden geçtiğimiz halk hareketlerine, isyanlara ve devrimci durumlara müdahale şansını kaçırmaya başladı. Bu boşluğu da otoriter, sağ ve radikal dinci hareketler dolduruyor gibi görünüyor.

HAREKETLER HAREKETİ VE DÜNYA PARTİSİ

► Yeni bir enternasyonal inşa edebilir miyiz? Bunu başarabilirsek bu enternasyonal hangi niteliklere sahip olmalıdır?

Bence bugün Küresel Sol’un bir değil, iki farklı enternasyonal örgütlenmeye ihtiyacı var. Bu iki hareketi birbirinden kalın bir çizgiyle ayırmak lazım.

Bunlardan ilki, içerisinde her türlü ilerici ve demokratik hareketi barındırması gereken, işçi hareketlerinden çevreci gruplara, azınlık hareketlerinden öğrenci hareketlerine uzanan, küresel ve yerel düzeylerde yatay olarak örgütlenmiş bir ‘hareketler hareketi’. Bu yatay hareketler hareketinin amacı, Karl Marx’ın 1864 yılında bugün ‘Birinci Enternasyonal’ adını verdiğimiz Uluslararası Emekçiler Birliği toplantısında ifade ettiği gibi farklı hareketler arasındaki dayanışmayı örgütlemek olmalıdır. İçerisinde son derece geniş bir yelpazeden grupları barındırdığı için bu ‘hareketler hareketinin’ ideolojik olarak son derece esnek ve geniş olması ve olabildiğince merkezi bir yönetimden bağımsız bir şekilde işlemesi gerekmektedir.

Buna ek olarak, Küresel Sol’un ideolojik olarak netleşmiş, hem yerel hem de küresel düzeylerde dikey bir şekilde örgütlenmiş ve mevcut duruma nasıl müdahale edeceğine dair bir strateji oluşturmuş bir ‘dünya partisi’ olarak işleyen ikinci bir Enternasyonal’e daha ihtiyacı var. Bu Enternasyonal, ‘hareketler hareketinin’ gelişmesi ve yayılması için gayret sarf etmeli. Ancak bu hareketleri kendisine tabi kılmaya da çalışmamalı. Bu dünya partisinin amacı, demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesi veren tüm farklı gruplara bu mücadelelerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve bu parçalı hareketlerin zamansal ve mekânsal bütünlüğünü göstererek bu doğrultuda siyaset üretmek olmalıdır. Bu Dünya Partisi siyasetinin merkezine ‘hareketler hareketi’ içerisinde yer alan grupların dar sektörel çıkarlarına karşı tüm grupların bütünsel önceliklerini, ulusal çıkarlara karşı uluslararası öncelikleri ve mücadelelerin bir parçasının çıkarına karşı devriminin bütünsel önceliklerini savunmak olmalıdır. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da anlattığı siyaset tarzından hareketle, bu parti ‘hareketler hareketi’ içerisinde yer alan tüm grupların bir bütün olarak zafer kazanabilmesi için kolektif enerjilerini kapitalist dünya sistemi içerisindeki ekonomik ve siyasi baskı araçlarına ve bu araçların dayanaklarına yöneltmeleri gerektiğini savunmalıdır.

dunya-devrimci-donemden-geciyor-769196-1.

SOL SİYASİ ÖZNE OLMAZSA GEZEGEN YOK OLACAK

Bu iki hareketi inşa edebilir miyiz sorusunun yanıtını ise Yunan filozofu Eflatun vermiş, “İhtiyaç icadın anasıdır” diyerek. Bugün sadece emek sömürüsünün ortadan kalkması için değil, sadece ezilenlerin özgürleşmesi için değil, sadece halkların kendilerini demokratik bir şekilde yönetmeleri için değil, ama bu dünyanın içerisinde yaşam barındıran bir gezegen olarak varlığını sürdürebilmesi için bile böyle bir hareketi inşa etmek zorundayız. Gezegeni orta vadede tehdit eden iklim krizi bir yana, içinden geçmekte olduğumuz pandemi süreci bile kapitalist dünya sisteminin böyle krizlerle baş etmekten aciz olduğunu, kapitalist sistemlerde yönetenlerin insan hayatı ile sermayenin kar oranlarını aynı teraziye koyduğunda tercihlerini hep sermayeden yana koyacaklarını bir kez daha gösterdi. Bu pandemi sürecini, önümüzde bizi bekleyen devasa iklim krizinin küçük bir kostüm provası olarak görmek gerekli. Bu yüzden eğer Küresel Sol kendisini bir siyasi özne olarak ifade edemezse, sonuç gezegendeki ekosistemlerin yok oluşu anlamına gelecek gibi görünüyor. Böyle bir özneyi yaratmanın ilk adımı olarak da şu içinden geçtiğimiz devrimci dönemde, Küresel Sol olarak verdiğimiz mücadeleleri kaybettiğimizi, bu sürece müdahale edemediğimizi açık ve net bir şekilde tespit etmeliyiz.

► Dünya devriminin kıvılcımı ABD, Avrupa ve Japonya gibi merkez kapitalist ülkelerden gelebilir mi?

19. Yüzyılda, sosyalistlerin büyük bir kısmı, dünya devriminin kapitalizmin en gelişmiş coğrafyalarında patlak vereceğini düşünüyorlardı. Bu tespitlerinde haksız da değillerdi. Zira kapitalizmin merkezi olan ülkelerde işçi sınıfı hem katlanılmaz bir sefalet ve zulüm içerisinde yaşıyor, hem de daha iyi çalışma koşulları, haklar ve özgürlükler için mücadele ediyorlardı. 20. yüzyıla girerken, bu dinamikte önemli bir değişiklik oldu. Kapitalizmin en gelişmiş ülkeleri dünyanın emperyalist bir şekilde paylaşımı kavgasına girdiler ve Güney ülkelerinin emperyalist işgalinden elde ettikleri kârların bir kısmını kendi ülkelerindeki işçilerin haklar ve özgürlükler alanını genişletmek için kullandılar. Dolayısıyla, işçi hareketleri Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da güçlenmeye devam etse, mevcut düzen içerisinde yeni ayrıcalıklar kazanabildikleri için yüzlerini dünya devrimine dönmediler. Sonuç olarak 20. yüzyılda dünya devrimleri kapitalizmin en gelişmiş coğrafyalarında değil, emperyalizmin en zayıf halkası olan, zulmün, sefaletin ve baskının orantısız bir şekilde yoğunlaştığı Asya’da ve Afrika’da patlak verdi. Bunun da basıncıyla Kuzey Amerika ve Avrupa’da sosyal demokrasinin zemini gelişti.

HALKIN TALEPLERİNE DÜZEN İÇİ CEVAP VERİLEMEZ

Ben 21. Yüzyılda bu dinamiğin tekrar değişmeye başladığını düşünüyorum. 1970’lerde başlayan ABD merkezli kapitalist dünya sisteminin krizinin derinleşmesi ile beraber, 2000’lerde Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da işçi sınıfı ve orta sınıflar 20. yüzyıl boyunca kazandıkları ayrıcalıkları tek tek kaybetmeye başladılar. Neoliberalizmin emek gücünü metalaştırmasına, ekonominin finansallaşmasına, teknolojik değişime ve sermayenin Doğu Asya’ya kaçmasına da bağlı olarak, ABD başta olarak emperyalizmin kalbi olan coğrafyalarda proleterleşme, mülksüzleşme ve sefalet yaygın hale gelmeye başladı. Dolayısıyla, bu coğrafyalarda devrimci durum ihtimali 20. yüzyılın başından çok daha olası hale geldi. ABD’de 2011’deki Occupy hareketi, Bernie Sanders’ın başını çektiği Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri’nin (ya da tersinden Donald Trump’ın) gördüğü halk desteği ve en önemlisi şu aralar hala devam eden ‘Siyah Hayatlar Önemlidir’ hareketi, bu coğrafyadaki olağanüstü politikleşmenin farklı (ama birbiriyle ilişkili) ifadeleridir. Özellikle ‘Siyah Hayatlar Önemlidir’ hareketi sıradan bir hareket değil 1960lardan beri ABD’deki en güçlü ve en militan toplumsal hareket. Bu hareketin taleplerine ABD’deki düzenin sınırları içerisinde yanıt vermek mümkün değil.

Dolayısıyla bu yüzyılda dünya devriminin kıvılcımının merkez kapitalist ülkelerden gelemeyeceği, emperyalizmin beşiği olan ülkelerde halkın yüzünü devrime dönmeyeceği yanılgısına kapılmamak gerek. Günümüzde bu kıvılcım, emperyalist devletler arasındaki rekabetin en çok şiddetlendiği Orta Doğu gibi, Güneydoğu Asya gibi çevre coğrafyalardan gelebileceği gibi, ABD gibi merkez kapitalist ülkelerden de gelebilir. Ekonomik, siyasi ve jeopolitik krizlerin yoğunlaşarak iç içe girdiği coğrafyalar bu kıvılcım için özellikle elverişli yerler gibi görünüyor. Küresel Sol’un uluslararası düzlemdeki politik örgütlenmesi tam da bu yüzden önemli.

21. Yüzyılda bu kıvılcıma sebep olabilecek toplumsal hareketin coğrafyasını olduğu gibi, kompozisyonunu da önceden kestirmek mümkün değil. Yani bu kıvılcım, 20. Yüzyılda olduğu gibi işçi hareketlerinden ve ulusal kurtuluş mücadelelerinden gelebileceği gibi, ekoloji/çevreci hareketlerden, yerli halkların mücadelelerinden, otoriterleşmeye karşı duran demokrasi taleplerinden, öğrenci hareketlerinden, ezilen halkların ve cinsiyetlerin özgürlük mücadelelerin de gelebilir. Geçtiğimiz yüzyılda nasıl ki faşist ve aşırı sağ hareketler, toplumsal devrimlere bir reaksiyon olarak ortaya çıktıysa, bu yüzyılda devrimin kıvılcımı dünyada küresel sağ hareketlerin yükselişine bir reaksiyon olarak da ortaya çıkabilir. Az önce bahsettiğim iki ayaklı küresel örgütlenmenin önemi, tam da bu bilinmezlik koşullarını göz önüne alınca netleşiyor diye düşünüyorum.

***

SOLUN ÇIKARACAĞI DERSLER YÜZYILI BELİRLEYECEK

► Türkiye 1960’lar ve 1970’lerden bu yana zaman zaman güçlü halk hareketlenmeleri yaşadı. Haziran 2013’te ise Gezi Direnişi gibi bir isyan gerçekleşti. Fakat Türkiye’yi onlarca yıldır sağcılar yönetiyor. Bunun nedenleri nedir?

Siyaset boşluk tanımaz, o yüzden sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir köşesinde sağ akımların yönetimde olmasına şaşırmak gerek. Ama son yıllarda Türkiye’de ve tüm dünyada siyasetin daha da sağa kayması, farklı coğrafyalarda sağ popülist, aşırı sağ ve otoriter hareketlerin ivme kazanması hem bahsettiğimiz iç içe geçmiş krizlerle, hem de Türkiye’de ve dünyada solun ve kitle hareketinin bugünkü durumuyla alakalı. 20. Yüzyıl başında faşizmin en çok güçlendiği coğrafyalar, kitle hareketlerinin ve solun iktidarı sarsacak kadar güçlü olduğu, ama iktidarı alacak kadar hazırlıklı olmadığı coğrafyalardı. Az önce 21. yüzyılda solun durumuna dair bahsettiğim tespitler aynı zamanda bugün bu tanımın çok daha geniş bir coğrafyayı kapsadığını gösteriyor.

Türkiye açısından 2013 Baharını da bu gözlükle okumak lazım. Gezi Hareketi, az önce küresel düzlemde bahsettiğim dinamiklerin bizim topraklardaki ifadesi oldu. Uzun bir süredir apolitik diye görülen bir kesimin aslında ne kadar politikleştiğini, yaprak kımıldamaz diye düşünülen bir anda tabandan gelen kitle hareketlerinin gücünü ve yaratıcı potansiyelini, ve bu hareketlerin nereden ne zaman patlayacağını kestiremeyeceğimizi gösterdi. Bunun yanı sıra, Gezi Hareketi, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, parkları meydanları işgal ederek dolduran kitlelerin, şimdi ‘ne yapmalı?’ sorusunun yanıtını vermede ve toplumun diğer ezilen, sömürülen ve dışlanan kesimlerini bu harekete dâhil etme konusunda etkisiz ve yetersiz kalacağını da açık ve net bir şekilde gösterdi. Bence bu deneyimin bilançosu, sadece Gezi Parkı’ndan bakılınca değil, aynı zamanda New York’da Zuccotti Parkı’nda, Kahire’de Tahrir Meydanı’nda, Madrid’de Puerta del Sol’da niye kaybettik diye sorarak verilebilir. Bu soruya verilecek yanıt ve dünyada sol hareketler açısından çıkarılacak dersler, kuşkusuz 21. yüzyılın nasıl bir yüzyıl olacağını da şekillendirecektir.