Milenko Yergoviç, ‘Saraybosna Marlborosu’nda, ‘savaş kötüdür’ önermesinin altını hayattan parçalarla doldururken, savaştan çok savaştaki hayatın akışını ve akamayışını anlatarak zamanın ve insanların ikiye bölünüşünden doğan o afallamayı edebi bir dille aktarıyor okura.

Dünya telaffuz edilemeyen kelimelerle yok oluyordu

ALİ BULUNMAZ

Bosnalı yazar Selvedin Avdić, 1990’ların başından itibaren memleketinde eşyaların, insanların, geleneklerin ve birlikte yaşama kültürünün ortadan kayboluşuna dair kaleme aldığı ‘7 Korku’ isimli romanında, hızla sıradanlaşan şiddeti sorgulamıştı. Onunla benzer yollardan geçen Dubravka Ugrešić, doğduğu topraklarla birlikte yok olan insanları düşünürken herkesi tükettikten sonra yorulup biten savaşın anlamsızlığını ortaya koymuştu ‘Acı Bakanlığı’nda. Her iki yazarın değindiği sorunların başında, Yugoslavya’da kötülüğü doğuran korkular geliyordu.

Aleksandar Hemon ise savaş ve zorunlu göç deneyiminden yola çıkarak yazdığı ‘Hayatlarımın Kitabı’nda, çocukluğundan ilkgençliğine ve önce politikacıların ardından silahların konuştuğu çatışmalara uzanan bir anlatıya imza atmıştı. Psikiyatr Lynne Johnes’un ‘Ve Sonra Ateş Etmeye Başladılar’da, “Ezeli düşmanlıklardan doğma ihtimali çok uzak olan bu savaş, aslında ezeli düşmanlar yarattı” diyerek işaret ettiği kolektif failler, Sara Nović’in olup bitene Hırvatistan penceresinden baktığı ‘Savaştaki Kız’da birer roman karakterine dönüşmüştü. ‘Uzaktaki’ çatışmanın, süratle ülkenin her yanına yayılarak korku iklimi yaratışını, pek çok yaşıtı gibi hafızası lekelenen bir çocuğun gözünden ‘savaşı oynamak’ ifadesiyle anlatmıştı Nović. Bunlar ve Yugoslavya İç Savaşı’nı anlatan diğer kitaplardaki ortak nokta, zamanın savaş öncesi ve sonrası, insanların ise ‘Biz’ ve ‘Onlar’ diye ikiye bölünüşüydü.

Bu kitaplara, 1994’te yayımlanan ve Türkçeye yeni çevrilen ‘Saraybosna Marlborosu’ da eklendi. Milenko Yergoviç, ülkede hayatın eskiden ne olduğunu ve eskisi gibi olamayacak hale nasıl geldiğini anlatırken Yugoslavya içinde Yugoslavya denebilecek Saraybosna’daki ahengin bozuluşuyla coğrafyada parçalanmayı tetikleyen süreci karşılaştırıyor.

HAYATIN YENİDEN ŞEKİLLENİŞİ

1990’ların başı ve öncesindeki hayattan kesitlere yer veren Yergoviç, kentteki dönüşümü gözler önüne sererken kişilerin deneyimlerinden hareketle yaşanan ayrışmayı öyküleştiriyor.

Yazar, Yugoslavya denince akla ilk gelen savaş yerine, 1990’lardan önceki ve ağırlıklı olarak 1990’lardaki günlük hayat, duygular ve ülkedeki işleyişle beraber savaşın bu düzene sızıp her şeyi yeniden şekillendirişini anlatıyor. Yeni buluşmalar, terk edişler, komşuların birbirine düşmanlaşması, yeni komşular edinme ve yabancılık hissi, bu dönemi belirleyen öğelerden birkaçı. ‘Hayatın bilinenden farklı bir mesele haline gelişi’ ve ‘Yaşamanın ciddi bir müesseseye dönüşmesi’ de öyle: Bunlar, savaşın yarattığı asabiyeti ve ‘yapay dinginliği’ ya da ayrıntıları korumaya çalıştıkça insanların elinden kayıp giden hayatı betimliyor. Öykülerde; tasasız çocukluğun bitişi, uzun ıstırapların, kısa ve kedersiz ölümlerin sahne alışı da duygu sömürüsüne bulanmadan, günlük yaşamın bir parçası olarak konumlanıyor.

Hayallerle hırsları sarsan savaşın ve görmezden gelinemeyecek bombaların, insanların gerçekçi ve fantastik dünyasını nasıl etkilediğini ortaya koyan Yergoviç, ‘ölümün hayale ve hakikate eşit mesafede durduğunu’ da anlatıyor. Bir başka ruh hali ise sığınakta veya göç yolunda değil de bir nehir kıyısında ya da savaşın ihtimal dışı olduğu zamanlarda bulunma arzusu.

VAZGEÇİŞ

Yaşanmışlıklarla örülü, gerçek ve hayalin sınırında gezinen öykülerinde Yergoviç mizahi, dingin, bazı anlarda isyana çalan ve ironik anlatımıyla coğrafyaya kulak veren bir duyarlılığı kâğıda döküyor.

Yazarın metinlere yerleştirdiği bir başka öğe, yıllarca beraber yaşayan insanların kimlik ve milliyetçilik söylemlerine kendisini kaptırması. Mahallelerin, caddelerin ve sokakların bölündüğü dönemde, arkadaşların arasına küskünlükler giriyor, lümpenler muteber komutanlara ve ‘işe yaramaz’ denerek bir kenarda itilmiş deliler kahraman katillere dönüşürken içinden mevzilerin geçtiği hayatlarda, mezarlar ve mezarsız ölüler gitgide sıradanlaşıyor:

Herkesi hazırlıksız yakalayan savaş, kısa sürede yaşamın yerini alırken “Dünya, telaffuz edilemeyen kelimelerle yok oluyordu” cümlesi bu durumu açıklıyor.

Yergoviç, Yugoslavya’daki dönüşümü Saraybosna özelinde anlatırken bu tükeniş içinde yaşamın kıymetini bilen ve fırsat buldukça hatıralarına sarılan insanları tasvir ediyor. Evlerini ve anılarını terk etmeyi erteleyen, sonra bunu yapmak zorunda kalanların eşyalarına sinen hikâyeler, ‘tanıdık dünyanın geride bırakılışına’ denk geliyor.

Korku, kişileri itibardan vazgeçmeye ve kaçmaya zorladığında, ‘nabız gibi ufak aldatmacalarla ve ertelemelerle süren hayat’ da dönüşüyor ister istemez. Yetkililerin gerçeklik için hiçbir şey yapmadığı günlerde, insanların tek gerçeğinin bu olduğunu anlatıyor Yergoviç.

Yazar, ‘Saraybosna Marlborosu’nda, ‘savaş kötüdür’ önermesinin altını hayattan parçalarla doldururken, savaştan çok savaştaki hayatın akışını ve akamayışını anlatarak zamanın ve insanların ikiye bölünüşünden doğan o afallamayı edebi bir dille aktarıyor okura.