Yazar Simon Critchley: “Yüz kızartıcı bir itirafla başlamama izin verin. Ömrüm boyunca bana, David Bowie’den daha fazla haz veren başka biri olmadı”

Dünyaya düşen adam

KÜBRA YÜZÜNCÜYIL

Çok uzak değil, gerilerde bir yerde çatayaz bir Şubat akşamındayız. İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin sanatçı rehberlerinden biriyim. Dünyanın dört bir yanından gelen yönetmenlere buradaki maceraları boyunca eşlik ediyoruz. Bol koşuşturma, sıcak sohbet anlayacağınız. Birkaç saat içinde festivalin en iddialı jüri üyesi Grant Gee, Brighton’dan iniş yapacak. Yapımcılığını David Bowie’nin üstlendiği bir müzik belgeseli çekmiş. O anları ilk ağızdan dinleyebileceğim için kendimi şanslı hissediyorum. Grant’ı karşılamak için dış hatlarda beklerken Bowie’nin en hibrit parçası “Rock ‘n’ Roll Suicide”ı dinliyorum. Ellerim heyecandan ısınıyor, artık o kadar üşümüyorum.

2015’in Haziran ayında Encore Yayınları tarafından raflara konan “DAVID BOWIE”yi okuduğumda işte bu ana geri döndüm. İngiliz yazar Simon Critchley’i daha çok felsefe tarihi ve politik teori alanlarındaki “ciddi” çalışmalarıyla tanıyoruz. Bu kitap ise çok samimi bir itirafla açılıyor: “Yüz kızartıcı bir itirafla başlamama izin verin. Ömrüm boyunca bana, David Bowie’den daha fazla haz veren başka biri olmadı.”

Grant’ı görür görmez tanıyorum. O kadar uzun ki onunla göz teması kurabilmek için kafamı kaldırmam gerekecek. Yanına gidiyorum hemen, kısa bir sohbetin ardından kalacağı otele doğru yola çıkıyoruz.

Kış akşamlarının ağır karanlığını iteleyerek ilerleyen siyah bir aracın geniş koltuklarında karşılıklı oturuyoruz şimdi. Konuyu yavaş yavaş Bowie’ye getiriyorum; gözlerinden kayıp otobanlar uzuyor. “Popüler müzik tarihinin bir numaralı bukalemunu” diyor onun için. Kıvrak bir bukalemun, sadece uzak köşelere sızabilen bir uykusuz, toplumsal cinsiyet rollerinin tepesine yıldırım gibi inen bir gagalı ya da Critchley’in bize anlattığı gibi bir karnından konuşan. Yağmur şiddetlenirken sağa doğru kıvrılan keskin bir dönemece giriyoruz. Grant en sevdiği Bowie şarkısını mırıldanıyor. Bir yıl sonra aynı şarkının dizeleri bu kitapta da karşıma çıkıyor. Basit bir tesadüf olmadığına eminim. “Artık hiç konuşmuyoruz / Sonsuza dek tapacağım sana.”

Yolun bitmesine az kaldı. Grant yorgun ama konuşmaya istekli. İkimizde bir konuda hemfikiriz; Bowie bu dünyadan değil. O daha çok bir iletken ve çok sayıda anteni var. Parlak ceketlerin, turuncu saçların ve uzun pedalların kurduğu dünyadaki umutsuzluktan, kliplerindeki manik öfkeden, onun müthiş cinsiyetsizliğinden ve ısrarla aşkı ama hep aşkı arayışından konuşuyoruz. Araç duruyor, ertesi sabah buluşmak için sözleşiyoruz.

Size bu kitabı başka türlü nasıl tanıtabilirim bilmiyorum. Çünkü onu okumaya başladığınızda ne sadece derinlemesine bir eleştiriye, ne de bütünüyle kişisel anılara rastlayacaksınız. Yazarın aslında merak ettiği tek bir şey var: Bowie’ye dair ne hatırlıyoruz? Ucuz bir biyografi değil elimizdeki ya da ayrıntılı bir müzik incelemesi. Ama diyebiliriz ki bu kitap popüler kültürün yarattığı imkânları konuşmaktan hiç çekinmiyor. Aksine bizi David Bowie’nin yarattığı plastik gerçekliği anlamaya davet ediyor. Onun ızdıraplarını, yıkıcı dehasını, ışıklı sahnelerini, bol soslu kahkahalarını ve çoğalan yalnızlığını anlatarak kitabı bir söyleşi tadında tutuyor.

Öğleye doğru Grant’ı otelden alıyorum. Festival filmlerini görmek için Taksim’e doğru çıkan yokuşu tırmanıyoruz. Salona girince ona ileri seviyedeki işitme kaybım yüzünden önlere doğru oturmak istediğimi söylüyorum. Sanki bunu söylememi bekliyormuş gibi “elbette” diyor. Işıklar kapanırken kırmızı koltuklara kuruluyoruz. Grant kulağıma eğilerek hafifçe fısıldıyor: “fazla Rock’n Roll, ha?”

Yazar Simon Critchley’i sosyal bilimlerden özellikle felsefe tarihi, etik ve siyaset üçgeninde ürettiği eserlerden tanıdığımızı söylemiştim. Bu meselelere yakından bakan sonra gidip Heidegger’e kafayı takan bir düşünürden Bowie’yi dinlemek ayrıca keyifli, belirteyim. Yirmi bir bölümden oluşan kitabın içinden ipucu niteliğinde iki başlık yazıyorum buraya. “Heidegegerci bir can sıkıntısıyım” ve “Hiçliğe tutun”, kışkırtıcı değil mi?

Son olarak, bu çalışmanın bir cep kitabı formunda basıldığını vurgulamak istiyorum. Otobüste ayakta giderken, konser sırasında beklerken, ya da uzak köşelere sızarken size eşlik edebilecek ritimde, içeriğiyle uyumlu bir formu var. Çevirmen Mine Yıldırım, yazarın dilindeki muzipliği koruyarak kaliteli bir iş çıkarmış. Encore Yayınları’nın özenli dizgisinin ve mizanpajının göze çarptığını da söylemeden geçmeyeyim.

Grant İstanbul’da dört gün kalıyor. İzlediğimiz filmlerden sonra bir akşam, arka sokaktaki küçük çay bahçesine gidiyoruz. Bana sık sık Bowie’den bahsediyor. Çaylarımız geldiğinde bir an için durup çantasına uzandığını görüyorum. Brighton’un meşhur, kırmızıbiberli kış çikolatalarından getirmiş. Mutlaka tadına bakmamı istiyor. Critchley bize ne hatırlıyoruz diye sormuştu. O günden sonra ne zaman Bowie dinlesem, damağımda o çikolataların tadını duyuyorum; şaşırtıcı, yoğun ve keyifli. Benim cevabım bu olsun. Yazı bitiyor, ışıkları açalım.

DAVID BOWIE
Simon Critchley
Çeviri: Mine Yıldırım
Encore Yayınları, 2015