Zuhal. En sevdiği mevsim sonbahar. Sıcak evinde kahvesini içerken dışarda yağan deli yağmuru, kopan fırtınaların çıkarttığı uğultuyu sevdiğini söylemeye gerek yok.

Zuhal. En sevdiği mevsim sonbahar. Sıcak evinde kahvesini içerken dışarda yağan deli yağmuru, kopan fırtınaların çıkarttığı uğultuyu sevdiğini söylemeye gerek yok. Ama o kasım sabahı hava gereğinden fazla soğuktu. Yağmursuz, çamursuz, uğultusuz, gri bir gökyüzünün altında yola koyuldu. Yine hayatında en korktuğu şeylerden birini yapmaya çalışacaktı: İş görüşmesi. Neye yaradığını çok fazla bilmediği ama cv'sinde güzel durduğunu düşündüğü yüksek lisansını bitireli çok olmamıştı. Birçok yere başvurdu, birçok yerden cevap geldi, mulakat için yola çıktı ama her seferinde ya yarı yoldan ya kapıdan geri döndü. Hiçbir iş görüşmesinden geçemedi yani. Her seferinde kendine göre mantıklı bir gerekçesi oldu.
Yoğun trafikten kurtulup yoğun insan kalabalığına karıştığında heyecanını dindirmek için nefes çalışmalarına başladı. Stresini azaltmak için huzurlu sahneler canlandırmaya uğraştı zihninde. Derin bir nefes alırken benzin kokusu genzini yaktı. Huzurlu bir sahne ne yaptıysa yapsın beliremedi kafasında. Acelesi yoktu. Erken çıkmıştı evden. Ama bir telaş içinde koşar adımlarla yürüyordu. En çok stresli, sinirli ve huzursuz olduğu zamanlarda böyle atardı adımlarını. Ve genelde ya stresli ya sinirli ya da huzursuzdu. Rahatlaması için Chopin tavsiye etmişti bir arkadaşı. Zuhal içindeki gürültüyü bastıracak bir şeyler dinlemeliydi oysa. Ondan daha huzursuz daha kaygılı, daha heyecanlı bir şarkı olmalıydı ki kendisini daha az huzursuz, kaygılı ve heyecanlı hissetmeliydi. Sonunda şehri dinlemekte karar kıldı. Böyle düzensiz göründüğüne bakmayın bir kapatsanız gözlerinizi de yürümeye devam etseniz varırdınız sağlıcakla gideceğiniz yere. Gizli bir ahenk vardı yani bu korkunç düzensizliğinde İstanbul’un. İşte en çok ihtiyacı olan şey buydu o an. Düzensizlik. Çünkü ne zaman herşey bir program içinde işleyecek olsa sevimsizleşirdi yapılacak işler. Düzen içinde herşey karmakarışıtı onun gözünde. Şöyle yazmıştı birgün günlüğüne:
"Düzen içinde huzursuzum. Herşeyin programlı olduğu zamanlar sinirimi bozuyor. Otobüs saatlerini hesaplayarak evden çıkan, hava durumunu önceden bilen, ona göre giyinen insanlardan koşarak uzaklaşmak istiyorum... Yarın ne yapacaksın? Haftasonu ne yapacaksın? Yazın ne yapacaksın? Yılbaşı için ne yapacaksın? Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum. Bu sorular sorulduğu zaman strese giriyorum. Soruların bir cevabı olsa daha da stresli oluyorum. Akışına bırakmak istiyorum gün içinde, hayat içinde akıp giden ayrıntıları. Evden çıkıp durağa gidene kadar yoldan geçen insanlara, ağaçtan düşen yapraklara, dallarda hala inatla asılı kalan son yapraklara bakmak istiyorum. İşte bu yüzden her ne kadar hep buluşma saatinden çok daha erken çıksam da evden, her seferinde acele içinde oluyorum. Çünkü her seferinde yoluma çıkan ayrıntılara karışıp geç varıyorum olmam gereken yere. Yemek saati, yürüyüş saati, iş saati, şu saati bu saati. Bir program içinde nefes alamıyorum. Sen bile sinirimi bozuyorsun. Her gün sana bir şeyler yazmak zorundaymışım gibi bakıyorsun bana durduğun köşeden. Birkaç gün yazmasam, düzeni aksatsam, hemen bozuluyorsun."
Yürürken bir grup genç en sevdiği şarkıyı çalmaya başladı çıkmaz bir ara sokağın sonunda. Oraya doğru götürdü adımları onu. Şarkı bitsin çıkıp gidecekti bu çıkmaz sokaktan ve hayatındaki bütün çıkmazlardan. Söz verdi kendine. Bir işaretti belli ki bu şarkı; bir dahaki iş görüşmesi kesin onun için daha hayırlı olacaktı. Ama şimdi bu şarkıyı böyle duymazdan gelip bırakıp gitmek büyük haksızlık olurdu.