‘Anatomi Dersi’ ile de Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen yazar Ayşegül Devecioğlu “İktidarın zorbalığı ile sınırlanamayacak, piyasanın hakimiyetine girmiş ve daralmış bir sanatsal üretim alanı var” diyor.

Edebiyat doğasında direnişi barındırıyor
Ayşegül Devecioğlu. (Fotoğraf: Gazete Karınca)

Eda Köprü YILMAYAN

‘Ağlayan Dağ Susan Nehir’ kitabıyla 2008 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazananan Ayşegül Devecioğlu, öykü kitabı ‘Anatomi Dersi’ ile de Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görüldü. Altı öykünün yer aldığı kitapta yazar, okuru farklı konular ve karakterler üzerine düşünmeye çağırıyor. Adını kitaba veren Anatomi Dersi öyküsü ise anatomi sözcüğüyle adeta tüm öykülerin çerçevesini oluşturuyor. 

Kitapta öne çıkan iki öykü ‘Baş Daima Dik Olmalı’ ve ‘Hayalleri Yıkma Vakfı’. Gençlerin hayallerine ipotek kurmak isteyen bu vakfın öyküsünü gülümseyerek okuyacaksınız. ‘Baş Daima Dik Olmalı’ için ise yorum okura ait. aynı zamanda Demokrasi için Birlik Platformu’nun Koordinasyon Üyesi olan Devecioğlu’na öyküleriyle ilgili merak ettiklerimizi sorduk.

***

‘Ağlayan Dağ Susan Nehir’ kitabınızla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanmıştınız. Son yayımlanan ‘Anatomi Dersi’ kitabınızla da Sait Faik Hikâye Ödülü’nü kazandınız. Yazdıklarınızla iki önemli edebiyatçımızın anısına verilen ödüllere değer görüldünüz. Öncelikle duygularınızı öğrenmek isterim. Bu ödüller size ne hissettiriyor? Daha sonra yazacaklarınız için de ayrı bir sorumluluk ya da ağırlık oluşturuyor mu?

Edebiyatın ve sanatın desteklenmediği, fikir ve ifade özgürlüğü yaratma özgürlüğünün engellendiği sanatın sanatçıların demokratik bir biçimde kurduğu ve yönettiği özerk kurumların güvencesinde olmadığı bir ülkede ödüllerin yazarların, edebiyatın desteklenmesi anlamında önemli bir yeri var.  Ama bu, bize, ödüllerin de ister istemez parçası haline geldikleri bir edebiyat piyasasının varlığını unutturmamalı.  Edebi üretim sanatsal üretim nasıl desteklenebilir, nasıl geliştirilebilir. Yani sanat bağımsız olmalıdır derken, sadece devlet baskısı mı söz konusu. Sanat, piyasanın egemenliğinden nasıl korunabilir? Burada ödüllerin derde deva olamayacağı, bu söyleşinin sınırlarına sığmayacak büyük bir kültürel siyasi problem var.

Belki şunu da söyleyebilirim, siyasi yanı çok öne çıkan bir yazar olduğum için, bu öne çıkış edebiyatçı olarak varlığımı gölgeleyen bir hale de dönüşebiliyor. Yani bu kadar siyasetle içiçe biri aynı zamanda iyi bir edebiyatçı olabilir mi? Tabii siyaset deyince ne anlıyoruz. Genellikle anlaşılan berbat vitrini ile ağız dalaşına indirgenmiş kurumsal siyaset alanı. Belki ödüller bu algıyı bir ölçüde kırabilir. Çok genel bir ifadeyle edebiyat ve siyasete ilişkin daha verimli bir düşünme tartışma zemini yaratabilir. Hemen ekleyeyim bunu kişisel bir mesele olarak görmüyorum.

‘Anatomi Dersi’ başlıklı öykünüzün kitabın adı olmasına nasıl karar verdiniz? Neden bu öykü seçildi?

Ben Siyah Moli de olabilir düşüncesindeydim, sonra editörüm ile birlikte Anatomi Dersi’ne karar verdik. Öyküye Anatomi dersi  ismini vermiştim çünkü öyküdeki kadın karakterin yaptığını bir tür teşrih gibi duyumsuyordum.

Aklımda ilk olarak Rembrandt’a daha doğrudan bir gönderme vardı. Doktor Nicoleas Tulp’un Anatomi Dersi. Sonra vazgeçtim. Tabloda teşrih edilen bedenin bir gün önce idam edilen bir mahkûmun bedeni olması, derse katılanların o dönemde resim geleneğinin bir parçası olarak kentin ileri gelenleri olması filan uygunsuz geldi. Sonuçta ortada evet bir teşrih var. Öykünün kahramanı olan kadın kendi kendine yapıyor bunu ve hayal ettirdiği fiziksel acı da hissedilsin istedim. Ben de bunu öykü konusu yaparak işin içine tablodaki gibi seyircileri dahil ediyorum belki. Kitap çıktıktan sonra söyleşilerde fark ettim ki benim fazla anlam yüklemediğim bu seçiş, tüm kitap için kapsayıcı bir çerçeve gibi algılanıyor. Fazla zorlamadan edebi faaliyetin ne kadar bedeni olduğunu düşünüyorum şimdi. Ama anatomi sözcüğünü bu işe ne kadar karıştırabilirim bilmiyorum.

Kitabınızda altı öykü yer alıyor. Sizin için öne çıkan öykünüz hangisi? Ya da böyle bir ayrım yapmak mümkün mü?

Hayalleri Yıkma Vakfı beni yazarken çok güldürdü. Ama Siyah Moli galiba kitaptaki en sevdiğim öykü. Oradaki yenilmez yutulmaz kadın karakterle günlük hayatta ahbaplık etmek istemesem de. Emma Ceviz Ağacında adlı öyküyü rüyamda gördüm, karakterle yazarın diyaloğunda tedirgin eden bir yan var. Kitabı okuyan pek çok kişi metindeki italikle yer alan o diyalogların yazarların yarattğı karakterle ilişkisine dair pek çok ipucu barındırdığının farkına varmadı. Kitap çıktığında yapılan söyleşilerde de böyle bir soru gelmedi, ama oradaki karanlık bana çok kışkırtıcı geliyor.

Hayalleri Yıkma Vakfı’ isimli bir öykünüz var. Hem gülümseyerek hem de hüzünle okudum bu öykünüzü.

Düşünce ve ifade özgürlüğü üzerine yapılan araştırmalarda Türkiye’nin karnesi kötü. Yakın zamanda Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler 2023 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi yayımladı. Türkiye, geçen yıla göre 16 sıra gerileyerek 180 ülke içerisinde 165'inci sırada yer aldı. Listenin son üç sırasında ise Kuzey Kore, Çin ve Vietnam var.

Türkiye’de darbelerle bölünen siyasal yaşamın, susturulmanın, baskının ve bugün yaşadıklarımızın edebiyata etkisi nedir? Yazarlar susabilir mi, susmalı mı? Sanatın, edebiyatın politikadan, yaşamdan uzak olması düşünülebilir mi?

Toplumun hem siyasi, hem insani, hem ayrılabilirse eğer sanatsal ifade biçimlerine ket vuruldu. Bunların edebi- sanatsal üretimi zenginleştirdiği elbette söylenemez. Tabii baskılara karşı yükselen bir damar da var. Öte yandan sadece iktidarın zorbalığı ile sınırlanamayacak, piyasanın hakimiyetine girmiş ve daralmış bir sanatsal üretim alanı var. 

Tahayyül etmeyi zorlaştıran kalıplapmış bayağı imgelerle sözlerle bombardımana tutulduğumuz bir hayat var. Bu çarpık temsilin altında varlıklar, duygular görünmez oluyor. Sanatsal üretimin yaşamın sürüş biçiminden tümüyle ilintisiz bir varoluşu olamaz.

Yani şunu sormak gerek, sistemin saldırısı sadece görünür açık zorbalıkla mı oluyor. Dilsel dijital görsel manipülasyon karşısında, bayağılaştırıcı, görünmez kılıcı klişelere hapseden temsil biçimleri karşısında edebiyat- sanat nasıl direnecek. Metaya dönüşmeye piyasaya indirgenmeye nasıl direnecek. O devasa kanlı endüstrinin bir parçası haline dönüşmeye direnmek gerek. Edebiyatın sanatın “doğasında” bu direnişin olduğu söylenebilir tabii. Yazarlar susmamalı tabii. Ama bunların hiçbiri elde ya da cepte değil. Kolayca söyleniverecek hiçbir sözün kıymeti yok.

Yoğun bir siyasi gündemin içindeyiz. Politik mücadeleden gelen bir yazarsınız. Politikacıların kötü dilleri yaşamımızı olumsuz etkiliyor. Dil tüm zihinsel yapıyı inşa eden bir mekanizma. Örneğin kendisi gibi düşünmeyen herkesin Erdoğan tarafından terörist ilan edilmesi ya da seçimi hemen kazandığı günün akşamı yine aynı kötücül dili kullanması sizin için ne ifade ediyor? Edebiyatla uğraşan biri olarak bu sözcüklere takılmadan yaşama devam etmek mümkün mü? Sözcükler yaşamımızı nasıl belirliyor?

Seçimin ikinci turu bittikten sonra Saray’ın önünde seçimi büyük ölçüde zorbalıkla kazanmış diktatörün kışkırtmasıyla ya da zemin yaratmasıyla yankılanan “idam” cağrıları… LGBTİ+’ların hedefe konması… Her ne kadar siyasi olarak değerlendirsem de, bu beni koruyamadı, kişisel olarak da yaralandım. Hatta öyle yaralandım ki, zaman o andan itibaren bir başka faza geçti. Sözün anlamı o denli yıkıcıydı benim için. Dilin bu biçimi alması, bunun toplumsal iletişimde bir tür hegomonya oluşturması ölümcül bir durum. Bunun her alanda doğuracağı sonuçlar var. Yalnız muhalifleri sindirmek, toplumun ifadesine ket vurmak değil, aynı zamanda yaşam hakkı ihlallerine varan bir yanı var. O yüzden nefret suçu diye bir suç var.

Hayalleri Yıkma Vakfı öykünüzde gençlere yapılan en büyük kötülüğün hayal kurmalarına izin vermek olduğunu yazıyorsunuz. Hatta bunun için Hayalleri Yıkma Vakfı kuruluyor ama işler sarpa sarıyor. Düşünülenin aksi gerçekleşiyor. Gençler daha çok politikayla ilgilenmeye başlıyor. Bugünkü durumla ilgili gözlemleriniz neler? Bırakın gençleri küçük çocuklar bile siyasi liderlerden, politikadan haberdar. Bu iyi bir şey mi?

Yaşamın her anının ne kadar politik olduğunu düşününce insanların politikayla ilgilenmesinin son derece iyi bir şey olduğunu düşünüyorum.

Politika dediğimiz zaman ne anladığımıza bağlı tabii. Az once de söylediğim gibi, reel politik figürlerin oturduğu kirli vitrin ve adaletsiz çarpık çurpuk temsil ilişkisinin hayal ettirdiği şey değil, politika. Politika sorunlarımızı çözmenin, iletişim kurmanın en insani yolu. Dünyada, Türkiyede istismara uğrayan, aç yatan, çocuk işçi olan çocuk yaşta evlendirilen gıda güvencesi olmayan hayatı hakkında karar verme olanağından yoksun milyonlarca çocuk var. Yaşadıkları her şey sonuna kadar politik. Iktidarların siyasi tercihlerinin, sermayenin tercihlerinin dini baskıların etkisiyle bunlar yaşanıyor. Tabii çocukların yüklenebileceğinin üstünde sorumluluklar taşıması iyi bir şey değil ki şimdi ki durum öyle.

Hayal kurmak ve bir gelecek tasavvur etmek toplumlara nasıl bir yol açar? Seçimlerin ardından pek çok insan karamsarlığa sürüklendi. 21 yıllık AKP iktidarını siz nasıl tanımlarsınız?

AKP merikan menşeli bir sermaye projesi deyip geçebilirim. Ancak bunu söylemekle bir şey söylemiş olmam. AKP’nin yirmi yılı aşkın iktidarında toplumu zorbalıkla dini baskıyla yoksullaştırarak ve sadakaya mahkûm ederek biçimlendirdiğini, toplumun yoksul kesimlerine ve bizzat sınıfın kendisinde bizim sezmekte ve anlam vermekte zorlandığımız, bir umut, rıza ya da belki şimdi tam bulamadığım başka bir kavramla ifade edilecek bir duygu ve varlık hali yarattığı hakikati var çünkü.

AKP aslında sınıflı, mezhepli, ayrıcalıklı kaynaşmamış bir toplum yaratmış olan cumhuriyete sol”dan bir eleştirinin mümkün olmadığı koşullarda, tepeden inme Batılılaşmanın bütün olumsuz sonuçlarını yaşayan ve tarihen bürokratik elitten memnuniyetsiz, kendini muhafazakârlıkla korumuş-ifade etmiş geniş bir kesimin karmaşık ve çatışmalı bilinçaltını bir ideolojik-siyasi arka plana tahvil ederek, 12 Eylül sonrasının depolitizasyon ve baskı koşullarında siyaset sahnesine çıktı.

Cumhuriyetin kurucu ideolojilerinin ve kapitalizm öncesi ekonomik-siyasal-sosyal yapıların hızla çözüldüğü, siyasal İslam kadar, Doğu'da seksen yıldır bastırılan Kürt hareketinin anadil ve kimlik ekseninde büyük bir güç kazandığı karmaşık bir süreçte, sistemin yeni ihtiyaçları karşılamayan bundan önceki yapı, egemenlik biçimi ve mekanizmalarının küresel sermaye lehine tasfiye edilmesi rolünü üstlendi... yirmi yıl boyunca yukardıdan aşağı devletin bütün kurumlarını, zoru ve imkanlarını kullanarak siyasi islami hakim kılmaya çalıştı ve kısmen başardı da.

Cumhuriyetin soldan eylemli bir eleştirisi ortaya koymuş ve bunun bedelini canıyla ödemiş, sadece fiziksel varlığını değil, entelektüel hegomanyasını da yitirmiş sol’un müdahele edemediği koşullarda bu süreç ağırlıkla islamcılara ve islamdan demokratlık bekleyen liberallere teslim edildi.

Şimdi çete, tarikat, kara para, mafya, uyuşturucu sarmalında baştan ayağı suça batmış, ancak açık yalan ve açık zorbalıkla ayakta kalabilecek bir organizasyondan söz edebiliriz.

ANATOMİ DERSİ, Ayşegül Devecioğlu, Metis Yayınları, 2022

‘Baş Daima Dik Olmalı’ öykünüzde bireysel bir sorundan toplumsala evrilen bir meseleyi, insanın başının eğilmemesi gerektiğine odaklanıyorsunuz. Bu öyküyü yazarken temel meseleniz neydi?

İnanır mısınız hiç bir temel meselem yoktu. O dediğiniz şey, aklıma bile gelmedi. Başını öyle eğik tutan birini görmüştüm. Son derece de tatlı bir insan, ama böyle bir öyküye konu oldu. Bu arada “başını dik tutmak” tabii söylemsel olarak özellikle şu anda içinde bulunduğumuz siyasi atmosfer de fazlaca anlam yüklenmiş vaziyette. Ben öyküye bu anlamı anımsatan bir başlık koyarak oyun oynadım aslında. Tamamen okuma keyfi için.

Öte yandan mesele dediğimiz şey ne.  Herhangi bir öykü ya da romanın, şöyle bir meselem var, dur onu anlatayım diye başladığını sanmıyorum.. Yazarın meselesi, onun gözünde, dünyayı algılama biçiminde içrek olarak bulunur ve bütün metne saçılır. Öyle ki eğer edebiyat söz konusuysa onu yani meseleyi, metindeki her hangi bir “şey”den ayırt etmek mümkün değildir. Yani o meseleyi, o mesele kılığında göremeyiz.

Sait Faik Hikâye Armağanı’nı veren seçici kurul Anatomi Dersi kitabınızı ödüle layık görmesini şöyle açıklıyor: Dünyaya, insan ilişkilerine, toplumsal uzlaşımlara bakmanın farklı yollarını gösterdiği, duyguların kolayca gösterişe varabilecek patlamalarından uzak durarak, soğukkanlı, ince ayarlı cümlelerle yazdığı için…diye devam ediyor. Soğukkanlı kalarak hikâyeyi oluşturduğunuzu, yazar olarak öykünün dışında kaldığınızı söyleyebilir miyiz?

Yazar öykünün dışında nasıl kalabilir. Aksi halde ödül kurulunun övgüye değer bulduğu şeyi yapmak mümkün olmazdı. Öykü ya da romanda yazar dünyayı taklit etmiyor  yeniden yaratıyor. Burada soğukkanlılıktan kastedilen nedir. Metinle karakterlerle anlatılan olaylarla araya edebiyatın ihtiyacı olan mesafeyi koyabilmektir herhalde. Tam da sadeleştirmek için dolayımdan geçirmektir. Taşın taş olduğunu, orada olduğunu ve o olduğunu göstermek yazarın aradan çıkmasıyla mümkün olmaz.

Öykülerinizin ortak noktası bir nevi sessizlik, olan biteni olduğu gibi anlatma ve karakterlerin duygularını anlatırken okurun da bu duyguları en yalın halleriyle hissetmesi diye düşünebilir miyiz? Katılır mısınız?

Olan biteni anlatmak, ancak olduğu gibi anlatmamakla mümkünken katılamam. Biraz çapraşık bir cümle oldu ama yukarıda da yazar dünyayı taklit etmiyor, yeniden yaratıyor. dolayısıyla öykü ya da roman dünya olmayan ama aynı zamanda dünya olan bir yerde geçiyor. Bu dünya yazar tarafından yaratılıyor ya da daha düz bir tabirle uyduruluyor. Burada yalınlığı sağlayan düzlük ya da dolaysızlık değil tam tersi. Yani o yalınlığı sağlayan şey, tam da bunun tam tersini yaparak edebiyat. Sessizliğin yani bu duyumun yaratılması da dahil söylediğime.

Okur açısından öykü ve roman arasında fark var. Öykü her ne kadar kolay okunup bitse de bazen bir öyküyü birkaç kez okumak gerekebiliyor. Romanda ise okuduğunuz bazı ayrıntıları kaçırsanız da ilerleyen sayfalarda yeniden metnin içine girmek mümkün. Siz bu iki farklı türü nasıl değerlendirirsiniz? Öykü ve roman yazmak arasında nasıl bir fark var?

Daha geniş bir zamana bu zamanın ilerleyişine yerleşmiş bir metin roman. Kurgusal açıdan pek çok farklılık var. Hem karakterlerin neyi nasıl taşıyacağına, dair hem zamana yayılışa zamanı kullanışa dair. Kurgu tekniğine dair… Mesela uzun öykü, kısa roman ya da kısa bir roman uzun bir öykü olmuyor değil mi? Buradan da anlıyoruz ki konu, uzunluk kısalıktan tamamen başka bir yerde. Roman yazmak daha bol zaman gerektiriyor. Mesela su anda yazdığım romana hemen hemen dört aydır hiç dokunamadım. Çünkü seçim falan darken vaktim olmadı. Edebiyatla uğraşanlar bilir bu dayanılmaz bir durum.

Ağlayan Dağ Susan Nehir’ kitabınıza ilişkin de Naciye Abla’yı sormak isterim size. Naciye Abla gerçek bir karakter mi? Romanı yazarken çingenelerle vakit geçirmiş belki de yaşamış olabilirsiniz diye düşündüm. Bu roman yaşamınızda bir değişime sebep oldu mu?

Bu soruya kısaca nasıl yanıt vereceğimi bilemedim. Yaşayan tanıdığınız birini mi anlattınız diye sorduğunuzu varsayalım konu daha iyi anlaşılsın diye. Kaldı ki, anlatması uzun ama, hiçbir roman ya da öykü karakteri gerçek bir karakter olamaz. Yani olsa bile olamaz. Hayatımda böyle bir insan vardı ama bir esinlenmeden fazlasını aramamak gerek. Esinlenme sözcüğünü bile temkinli kullanıyorum. Roman anlatılan herşeyin baştan sona yalan olduğunu ilk baştan söylüyor. Ama söylemesedeydi de durum değişmezdi. Çingenelerle 12 Eylül’de darbeden sonraki aylarda bir çingene mahallesinde kalarak sonra da orayla bağımı hiç kesmeeyrek zaman geçirdim. Evimizde ev işlerini üstlenmekten daha fazla rolü olan bir çingene kadın vardı. Bu roman yaşamımda bir değişime neden oldu mu? Olmuştur. Çünkü bir roman ya da öykü yazarken içinize dolan dünyanın pek azı aslında yazara da kısmen “yabancı” hale gelerek kitap ya da herhangi bir metine dönüşüyor. Gerisi içerde kalıyor.

Orhan Kemal’in edebiyatıyla kendi edebiyatınız arasında nasıl bir bağlantı var? Sizce benzer taraflar neler? 

Orhan Kemal için sıkça anlattığı işçi mahallerinde, fabrikalarda yaşamış ve gözlem yapmış olmasından söz edilir. Bu yazar için her zaman bir avantaj değil. Yani roman ya da öykü birebir gözlemlere, orada yaşamaya dayanmıyor. O zaman bu yaşantıları edebileştiren özel bir yetenekten söz ediyoruz. Büyük bir yazardan söz ediyoruz. Panait istrati yi sevmemiz ortak yanımız olabilir. Siyasi olarak benzer düşüncelere sahibiz denebilir. Ben toplumsal gerçekçi ya da aydınlanmacı gerçekçi gibi kavramlara biraz yabancıyım. Belki bir zamanlar bu kavramlar işe yarıyordu. Bence artık dünyayı böyle kavramak zor.

Demokrasi için Birlik Platformu’nun koordinasyon üyesisiniz. Türkiye’nin hızla başkanlık sistemine doğru sürüklendiği 2016’da kurulan bir platform. Demokratik hak ve özgürlüklerin yok edildiği, 21 yıllık AKP iktidarının ülkenin bütün kaynaklarını talan ettiği, gerici ve dinci bir rejime mahkûm olduğumuz bir süreç yaşadık. Değişim umudu taşıyan kitleler seçimlerde kazanamadı fakat çok az bir oy farkı var. Zaten bağımsız bir seçime gittiğimiz de söylenemez. Devletin tüm gücünü elinde bulunduran, medyayı zapturapt altına alan bir iktidar var.

Seçimin ardından RTÜK muhalif kanallara cezalar kesmeye başladı. Çiğdem Toker “Demokrasi sadece sandıkta kazanılmaz” dediği için hedef tahtasına oturtuldu. T24’te yayımlanan bugünkü yazısında Erdoğan’ın sözlerini hatırlattı. Demokrasinin sadece sandıkta kazanılmayacağını Erdoğan da söylemiş. Devlet Bahçeli’nin de benzer sözleri var.

Siz tüm bu gelişmeleri ve seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bundan sonraki süreçte bizi neler bekliyor?

Görülmedik zorbalık, operasyonlar hile yalan dolan bütün kamu kaynaklarının devlet imkânlarının sonuna kadar kullanılması, fikir ifade basın örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerle son derece adaletsiz bir seçim süreci geride bırakıldı. Değişim ve dönüşüm iradesini bu süreçte de ortaya koymuş bence hiç bir siyasi partinin ve liderin tam olarak temsil etmediği milyonlarca insan, toplumun yarısı zorbalığa karşı direndi.  Evet diktatörü gönderemedik. Faşizmin kurumsallaşması sürecini engelleyemedik. Ama kolu kanadı kırık bir orduyuz diyemem. 

Biz demokrasi için Birlik olarak, pek çok sol kurum ve yapı gibi bu degişim ve dönüşüm iradesini yaratan ve taşıyan toplum kesimlerinin kurucu öznesi olacağı meşru mecraların yaratılamaması halinde, değil sandık güvenliğini sağlamak seçim kazanmanın da mümkün olmadığını israrla söyledik. Toplumun tribünlerde tutulduğu katılım mekanizmalarının israrla yaratılmadığı, masa bürokrasine sıkıştırılmış bu muhalefet biçiminin hayırlı sonuç vermeyeceği ortadaydı. Aktifleşmiş, iradesini bütün zorbalığa rağmen ortaya koyan toplumsal kesimlere sürekli sandığı işaret etmek, ortada sandığa sığmayacak bir değişim dönüşüm talebi varken, siyasi mücadeleyi sandığa indirgemek, toplumun öznelik haline yok etmek bu sonuçları bir ölçüde açıklıyor. Öte yandan sol’un da toplumsal siyasi etkisinin sınırlı olduğu açık. Verilen yoğun emek, sayısız direniş boşa gitmedi elbet, değişim dönüşüm talebini bütün zorbalığa ve engele rağmen ortaya koyanlar, diktatörü gönderebiliriz duygusunun egemen olduğu o momenti yarattılar. Öyle ki bu dönüşüm arzusu, en yakıcı sorunların bile çözüm bulmadığı tamamen döküntü bir restorasyon programını bile sırtında taşıdı. Bu mümkün olabilir duygusu öyle kıymetli ki anlatamam.

Bundan sonraki süreçte ekonomik krizin daha derinleşeceği, baskıların artacağını görülebiliyor. Bütün siyasi yapıların bir değerlendirme sürecine girdiğini görüyoruz. Tabii ki bu durumun bir kısmı öngörülebilir siyasi sonuçları olacak. Durumu yorumlamak için bir çok analiz de yapılıyor. Hepsini okuyorum, yirmi yıllık direniş içinde bedenli olarak bulunmayanların, elini taşın altına koymak yerine kendilerine bir üst eleştirel konum seçmiş olanların söylediklerine pek kulak vermiyorum açıkcası. Keza çıkış yolu önermeyen, mevcut durumu yakın uzak stratejik hedeflere göre yerli yerine koymayan analizleri de çok dikkate almıyorum.  Bence en doğru değerlendirmeye bir çıkış yolu bulduğumuzda, başka bir eşiğe atlamayı becerdiğimizde , oradan geriye bakarak ulaşacağız.  

Ben söz hakkımı edebiyatçı olarak sonuçtan çok süreçlere bakmayı önererek kullanacağım.

Ve toplumun hatırı sayılır bir kesiminin an’da bulunduğu ve terk etmeye de niyeti olmadığı siyasal düzlemi; sayısız direnişi, içiçe geçmiş binlerce küçük süreci deneyimleyerek geldiği, hakikaten pespaye bir muhalefet görüntüsüne rağmen diktatörü göndermek mümkün duygusunu yarattığı, demek ki siyasi hafızasının, kelime haznesinin, duygusal yapısının, akla gelen gelmeyen, günlük ya da değil “varoluş halinin” ister istemez farklılaştığı, genişlediği bu “ yeni” siyasi düzlemi değerlendirirken, aklımıza ilk gelen kavramlara başvurmanın faydalı olmayacağını söyleyeceğim. Gerisi sözcüklere fazla yüklenmek olur. “Adlandırma” nın bir sonucu ve sorumlululuğu vardır.

Bir de halkın diğer kesimi var. Vitrindekileri ya da çeteye dahil olanları saymıyorum. Erdoğan’a bunca yoksuluk ve zulumden sonra oy verenler. Konunun burada ele alınamayacak bir çok vechesi var. Bir kere oy verme edimi ile günlük hayatta her an karşımıza çıkan ceşitli durumlarda karar alma, tavır gösterme, davranma, bulunma hali arasındaki açıyı bir yana koyalım. Orada dursun.

Bunun dışında aldatılma, kandırılma, cahillik, layığını bulma vb gibi tanımlamaları, doğru ya da yanlış olmalarının ötesinde bir siyasi- toplumsal durumun izahı için kullanmakta hiçbir feraset olmadığından siyasi- insani eşitlerimiz ve siyasi muarızlarımız  olan ya da ancak böyle konumlandırsak bir insani ilişki kurabileceğimiz bu kesimlere ve özneleşme hallerine daha çok dikkat kesilmeliyiz. Ama uzaktan bir dikkat kesilme değil bu.  Hayatın her anında ve alanında çatışmalar kadar uzlaşmalara, beklenmedik dönüşümlere açık olacak siyasi, insani karşılaşma zeminlerini yaratmayı kesintisiz sürdürmeliyiz. Karşılaşma zeminlerini hem dolayımdan olabildiğince azade, yani hakiki beşeri zamana yayılmış temas hallerini tanımlamak hem de türlü örgütlenmeler, grevler vb gibi araçları içeren ama aşan bir anlamda kullanıyorum.

***

AYŞEGÜL DEVECİOĞLU KİMDİR?

Ayşegül Devecioğlu, 1956'da doğdu. İstanbul'da yaşayan Devecioğlu, 1977 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nden öğrenimini tamamlayamadan ayrıldı. 1986'dan sonra gazete, dergi ve televizyonlarda çalıştı. Çeşitli dergilerde makaleleri, denemeleri yayımlandı. Yazarın ‘Ağlayan Dağ, Susan Nehir’ ve ‘Anatomi Dersi’ dışındaki diğer kitapları; Kuş Diline Öykünen, Kış Uykusu, Başka Aşklar, Ara Tonlar, Güzel Ölümün Öyküsü ve Arkası Mutlaka Gelir.