DOĞUŞ SARPKAYA Edebiyat üzerine düşünürken de erkek egemen kalıpların içinden konuşabiliyoruz. Muktedirin dilinden kurtulmanın mümkün olabileceğini anımsatanlar ise genelde kadın yazarlar oluyor. Onlara yönelttiğimiz soruşturma sorumuz “BirGün Kitap’ın son sayısında Edebiyatta Yeni Özne Dosyası’nda hep erkek yazarların anti kahramanlarının ya da parçalanmış öznelerinin ele alındığını gördük. Eril dilin egemen olduğu bir dönemden geçtiğimizi söyleyebilir miyiz? […]

Egemenin alanından nasıl kaçınırız?
DOĞUŞ SARPKAYA

Edebiyat üzerine düşünürken de erkek egemen kalıpların içinden konuşabiliyoruz. Muktedirin dilinden kurtulmanın mümkün olabileceğini anımsatanlar ise genelde kadın yazarlar oluyor. Onlara yönelttiğimiz soruşturma sorumuz “BirGün Kitap’ın son sayısında Edebiyatta Yeni Özne Dosyası’nda hep erkek yazarların anti kahramanlarının ya da parçalanmış öznelerinin ele alındığını gördük. Eril dilin egemen olduğu bir dönemden geçtiğimizi söyleyebilir miyiz? Bir yazar egemenin alanından nasıl kaçınır?” oldu. Sorumuzu Oylum Yılmaz, Irmak Zileli ve Banu Özyürek yanıtladı.

Oylum Yılmaz:

Oylum Yılmaz

Egemenin alanı dildir. Fakat dilden kaçış mümkün olabilir mi? Elbette mümkün, çünkü biz edebiyatı bunun için yarattık her şeyden önce! Edebiyat gerçeğin aynasını kıran, egemenin bize kaskatı olarak dayatmaya çalıştığı gerçeği kendi istediğine göre çarpıtan bir dil bozucudur. İşte o tutunamayan-erkek-antikahraman da dilin bu, bozuma uğramış alanında boy gösterir. Çıkış noktası iktidarı yaratan ve yeniden üreten, bireyin ruhunu hiçe sayan, ayaklar altına alan dilin içinde kendine, kendi varoluşuyla yer açmaktır. Ancak edebiyat nasıl yerinde hiç durmuyor, çalışıyorsa, egemenin dili de çalışıp durur ve söz ettiğimiz bu antikahramanı, bu artık tabiri caizse klişeleşmiş imgeyi kendine çevirir. Onu, kadınsı olana, dişil olana karşı kullanır. Günümüz edebiyatının içinde eril, hatta kaba tabiriyle maçolaşmış, saldırgan bir dil kullanımı söz konusu, evet. Bunu kadın yazarlar da üretiyor, erkek yazarlar da. Neden? Aslında çok ama çok basit bir cevabı var bence. Toplumsal cinsiyet bilincini, sınıf bilincini bireysel olarak içselleştirememek, kavrayamamak. Tabii bir de dili kullandığını düşünerek, küçük iktidar alanları yaratma hevesi, hırs ve kadın düşmanlığı. Piyasa belki öyle işliyor olabilir ancak edebiyat küçük çıkar heveslerini günün sonunda yiyip yutar. Bugün varmış gibi görünen, yarın hatırlanmayacaktır bile.

Kısacası, başta da dediğim gibi edebiyatın egemenin yarattığı dil alanının içinde, ona karşı savaştığına, onunla oynadığına inanıyorum ben ve tek kaçışın yine tırnak içinde gerçek edebiyatla olabileceğini düşünüyorum.

Banu Özyürek:

Banu Özyürek

Eril dil yaşamın her alanını kapsamaya, ele geçirmeye çalışır; biçimlendirmek, sözünü dinletmek, tabi olunmak ister. Bilindik bir şey; kadınlar daima büyük mücadeleler vererek açar varlık alanlarını. Kendilerini tanımlayan bakışın yüce emirlerine rağmen yaşar ve yazarlar. Erkek yazdığı zaman muhakkak büyük ve önemli bir işle uğraşıyordur, bu kabullerin uzağında başlamaz işe. Kadının yazma uğraşı ise tali bir şey olarak görülür. Müsaade edilmiş, hoş görülmüş bir şey. Haddini aşarsa da öfkeyle karşılanır. Yapmak istediği tüm diğer şeyler gibi aslında. Marguerite Yourcenar’ın Alexis Ya Da Beyhude Mücadelenin Kitabı isimli romanında anlatıcı “Âdetler kadınların tutku duymalarına izin vermez: sadece sevgi duymalarına izin verir” der. Siz kadın olarak istediğiniz bir şeyi ancak uysal bir sevgi eşliğinde yapabilirsiniz. Bunun tutkuya dönüşmesi ise başlı başına bir isyandır. Zira tutku söz dinlemezdir ve sözünü dinletmeye odaklı eril dünyanın hoşuna gitmez. Tüm bunlarla savaşarak yazdığınızda da eserinizi koyduğunuz ortama bakın; ne hoş sohbetlerin konusu olduğumuzu biz kadınlar çok iyi biliyoruz. Bu sohbetleri edenlerin, mangalda kül bırakılmayacak ne kadar konu varsa hepsinde esip gürleyen saygıdeğer erkek yazarlar olduğunu da biliyoruz. Onların tacizlerini de biliyoruz. Aslında sorunuzun yanıtını da hepimiz biliyoruz.

Kadınlar her şeyden önce kendi seslerini arayarak çıkar egemenin alanı dışına. Bütün ‘makbul’lerden şüphe duyarak, bütün imkânların kapılarını zorlayarak. Kendi varlığımızı keşfetmeye, ona sahip çıkmaya dönük her çaba egemenin alanına yapılan bir müdahaledir. Biz hep belli kalıpların içinde yaşamaya zorlanırız. Çiçek mi açacaksın, ha elbette, ama buyur şu saksıda… Ben artık kadınların gündelik hayat içindeki ezilmişliklerine dair yazmaları taraftarı bile değilim. Bu da bir yerde ‘hoş görülen’ alan haline geldi sanki. Belki çok şüpheciyim ama edebiyatta yolumuz başka olmalı diyorum. Biz varlığın ve edebiyatın imkânlarına gözümüzü dikeceğiz. O saksıları da böyle böyle kıracağız.

Irmak Zileli:

Irmak Zileli

Öncelikle ‘egemenin alanı’nı tanımlamamız ve bu tanımın altını kalın kalın çizmemiz, yetmedi kırmızı kalemle daire içine almamızda fayda var.

İktidarların yaptığı ilk iş kendi normlarını oluşturmak. Sonra da bu normun dışında kalan her şeyi negatif kodlarla işaretlemek. Bu tahakküm yönteminin kendini gösterdiği örneklerden ilk aklıma gelenler: İnsan türünü norm kabul etmek, hayvanı aşağılamak; ‘adam’ı insanın karşılığı olarak kullanarak, erkeği insan varlığının temsilcisi saymak; cinsiyetleri bir dualiteye hapsederek bunun dışında kalan cinsiyetleri ‘sapkın’ diye yaftalamak; bir güzellik normu belirlemek, en basitinden şişman olanı çirkin addetmek; zihinsel yetileri belli bir norm üzerinden değerlendirip farklı çalışan zihinleri ‘sorunlu’ kabul etmek. Bütün bunlar da gösteriyor ki egemen, her türlü melezleşmeye alerjik reaksiyon göstererek, kendinden farklı olanı bünyesine almayı reddediyor. Esnemiyor, değişmiyor, dönüşmüyor, kaynaşmıyor…

Yazar bu egemen ideolojiden kendini nasıl kurtaracak?

Eserlerini bu hiyerarşik bakış açısından arındırarak; hegamonik bir dil ve söylem geliştirmeyerek; melezleşmeye, kaynaşmaya, öğrenmeye, dönüşmeye, değişmeye açık olarak; farklı olana yönelik başta kendindeki olmak üzere tüm önyargıları yıkarak; norm belirlemenin bir iktidar biçimi olduğunun farkında olarak ve bütün bu konularda hem hayat içinde hem yazıda kendini sürekli sınayarak; sadece dışarıdaki değil içindeki iktidar meraklısı eril tarafa karşı da uyanık kalarak.

Zihninde ve ruhunda aslında var olan, unuttuğu queer tarafını uyandırarak; hiyerarşik kalıpların dışında ilişkiler kuran, ‘Tanrı yazar’ olmayı reddeden; eleştiriye açık olmaktan öte, eleştirilmeyi arzulayan; öğrenme hevesinden doğan o harı hep canlı tutan; ötekiyle birleşmeye, hemhal olmaya gönüllü yazar, egemenin etki alanının dışına zaten çıkmış olacağından, eserleri de bundan nasibini alacaktır. Çünkü yazı da hayata dahil.