Direktörünü mü mutlu etsin, eşiyle özel günlerini mi takip etsin, gittikçe yaşlanan ebeveynlerini mi kollasın, çocuklarla kaliteli zaman mı geçirsin? Tüm bunlar olurken bu dengeleri kurması ve aynı zamanda da hala yapıcı, ilerlemeci ve özdeğeri yüksek kalabilmesi gerek. Buraya kadar sorun halledilebilir belli bir oranda. Ancak ufak bir aksaklık tüm bu kararlı noktayı bozabilir.

Eğer yorulmuyorsan o yetişkin hayatı değildir

Nesli ZAĞLI

Hiç farkettiniz mi bilmiyorum ama edebiyatta, genel olarak sanatta, hatta bilimde yetişkinlik dediğimiz şey nadiren odak noktasıdır. Ama bir yandan da çoğu şey yetişkinliği anlatır. Çocukluk, ergenlik, yaşlılık tüm kendine has özellikleriyle vurgulanır ve çalışılır. Ama yetişkinlik denen neredeyse yarım yüzyıllık ömür allanıp pullanmaz, göze sokulmaz. Çünkü yetişkinlik biz bir şeyden başka bir şeye evrildiğimizi sanırken başımıza gelen her şeydir.

Yetişkinliğin bir giriş kapısı da yoktur üstelik. Eski dönemlerde cinsel olgunluk bir yetiişkinlik kriteri iken, yüzyıllar içinde reşit olma durumuna kadar tanımlama genişletilmiş araya ergenlik gibi kısa ama sarsıcı bir hal dahil edilmiştir. Modern bakışa göre 30 yaşlarına değin sürer. Ama aslında yetişkinliğe geçiş tamamen bireyseldir. Kimi “babası ölünce” yetişkin olduğunu söyler, kimi “eli ekmek tutunca”, kimi ise yetişkinliği son nefesine kadar reddeder. Çocuk işçilerin, çocuk gelinlerin, çocuk seks işçilerinin hala çocuk olduğunu düşünmek iç acıtıcı derecede güçleşir. Bu nedenle yetişkinlik sadece bireysel öykülerimizin dönüm noktalarında değil, sosyokültürel olarak belirlenmiş rollerde de yatar. Bir kere girdik mi çıkması çok güç bir süreç başlar ve ne kadar yoldan çıkmaya teşebbüs etsen de seni içine çeken bir yolculuktur.

Ben mi öyle algılıyorum bilmiyorum ama yetişkinliğin üzerimizde baştan bir baskısı var: yetişmiş olmak ve aslında bir yandan da yetebilmek. Gerçekte de bu böyle yaşanmıyor mu? Çok sevdiğim anonim bir söz “Yorulmuyorsanız o yetişkin hayatı değildir” diyor. Yetişkinlik gerçekten de sorumluluklar, zorunluluklar ve kurallarla geliyor. Lisede haylazsan bile üniversiteye gireceğin yıl “aklını başına alıp” çalışmak zorunda olduğunu anlıyorsun. Üniversiteye girdiğinde ergenliğin baş dönmesini bir dört yıl daha sürdürebilecekmişsin hissine kapılsan da son senelere doğru staj yapıp muhtemel kariyerine hazırlık yapman gerekiyor. Bir şekilde mezun olduğunda ise iş peşine düşmen tamamen geldiğin ailenin imkanlarına ve daha da fazlası bu imkanların senin yüksek lisans yapıp biraz daha öğrencilik kariyerini cilalamana ne kadar aktarılabileceğine bağlı. Öyle ya akademik merakları olan çoğu genç eve gelir getirme veya kendi yuvasını kurma kaygısıyla cadı kazanı gibi olan iş hayatına atlayabiliyor. Elbette “atanabilirse”, işsizler ordusu içinde bir adım önem çıkabilecek şans ve becerisi varsa. Kısacası artık ekmek aslanın ağzında ve yetişkin olabilmenin koşulu kolunu kaptırmaktan korkmamakta.

Diyelim ki işe girdin, düzenini kurdun ve ilk birkaç senenin şokunu attın. Bu kez seni maddi, manevi, ailevi, toplumsal başka yükler bekliyor. Örneğin iyi bir eğitim ve birikim sonrası kurumsal bir firmada iyi bir “title” ile işe başladın. Ya da bağımsız çalışabileceğin bir iş kurma cesareti gösterdin. Herşey yolunda gibi görünüyor ama senden beklentilerin önü arkası kesilmiyor. Bu çağda beyazyakalıyı bekleyen çok zorluk var. Bunu ironiyle söylemiyorum, üst orta düzeyde bir para kazanması yetişkinlik için yetmiyor. İyi giyinmenin, yemenin içmenin, çocukları envai çeşit kurslara taşımanın, tatillerde memlekte ailenin yanına gitmek yerine ailecek otel tatiline çıkmanın açıklamasını yapması gerekiyor. Direktörünü mü mutlu etsin, eşiyle özel günlerini mi takip etsin, gittikçe yaşlanan ebeveynlerini mi kollasın, çocuklarla kaliteli zaman mı geçirsin? Tüm bunlar olurken bu dengeleri kurması ve aynı zamanda da hala yapıcı, ilerlemeci ve özdeğeri yüksek kalabilmesi gerek. Buraya kadar sorun halledilebilir belli bir oranda. Ancak ufak bir aksaklık tüm bu kararlı noktayı bozabilir: bir anda işsiz, “title” sız kalmak, yaşlı ve hasta ebeveyni eve alıp bakmak zorunda kalmak, eşi dışında birine aşık olup ne yapacağını şaşırmak. Bu noktadan sonrası bu sarsıntıyı yetişkin hayatının bir parçası olarak kabullenmek, “düzeni” yeniden organize edebilmek ve karar verebilmek. Yetişkin hayatı biraz da karar verme merkezidir ömrün…

Yetişkin hayatına dair zorluklar yalnızca üst orta sınıfta yaşanmıyor. Bu ülkede milyonlarca aile açlık sınırında yaşıyor. Ama dertler çok farklı görünse de temelinde aynı: var olmak. Bu kez var olmak kişisel gelişim meraklarını yaşam koçlarıyla veya yogayla tatmin etmekten öte. Burada fiziksel varlığını sürdürme derdi var. Yoğun mesailere dayanmak, beslenmeye ve beslemeye çalışmak, şehir dışında okumak isteyen çocuğunu maddi olanaksızlıklarla sınırlandırmak zorunda olmak, insan olduğunu hatırlatabilecek her türlü etkinlik veya uğraştan mahrum olmak var. İlişkiler anlamında bakıldığında ise yük şehirli çekirdek aileye göre daha fazla. Çünkü bu durumdaki çoğu aile için toplum zaten her şeyden önce kendi geniş ailesinde vücut buluyor. Talep eden, müdahale eden ve yargılayan hep en yakın çevresi. Bu nedenlerle bu sosyokültürel yapının yetişkinlik denen bağımsız alanı daha az oluşturduğunu düşünüyorum. Çünkü ilişkiler daha içiçe, daha merkezi. Ancak yine zorunluluklar, yorgunluklar ve karar verme süreçleri var.

Tüm bu anlattıklarıma rağmen yetişkinlik hayatı sadece koşmaktan ve yorulmaktan ibaret değil. Çocukluk ve ergenlikte kazandığımız zemin üzerine bir kendilik inşa ettiğimiz bir süreç-ki son nefesimize kadar bu kimlikle yaşlanıp ölüyoruz. İnsanlar aslında ilk büyük kırılmalarıyla yetişkinlik hayatına adım atıyor. Yaş gereği erken kayıplar da dahil olmak üzere nice büyüğümüzün kaybını yaşıyoruz. Önce eğer görme şansımız olduysa nene ve dedeler, kardeşler ve en son olarak anne babalar. Maalesef yetişkinlik hayatının kayıpları ölümlerden ibaret değil. Kronik bir hastalığa yakalanıyoruz, dost kazığı yiyoruz, aldatılıyoruz, iflas ediyoruz, ihraç ediliyoruz…Hayata, aşka, adalete, insanlığa, aileye ve yetişkinliğimize kadar biriktirdiğimiz her türlü değere inancımızı kaybediyoruz. Ama yetişkinlik hayatı bizi bu kırık dökük yaralı halimizle kabul etmiyor. Bir torba çileğin içinden diğerlerini bozmasın diye “çürükleri” ayırdığımız gibi yetişkin dünyası da bizi ayıklıyor. Kaybeden oluyoruz, tutunamayan oluyoruz. Yetişkinler öngörülebilir olanı seviyor.Her an kırılıp dağılabilecek, koşup yorulamayacak ve rekabet edemeyeceğini istemeyip ötekileştiriyor. Ama biz yine de yaralarımızdan gocunmadan, çerçevenin dışına çıkma kaygısı yaşamadan bu kimi zaman vahşi, kimi zaman haz dolu hayatı sürdürebiliriz. Yetişkin hayatının buu yorgunluğunu bilimin ve sanatın dehasında giderebiliriz.