Eğri büğrü duvarı yıkıp yerdeki tuğlalarla yeni baştan öreceksin

DOĞUŞ SARPKAYA

Ercan Kesal, Peri Gazozu ve Evvel Zaman’ın ardından üçüncü kitabı Nasipse Adayız ile okuyucularının karşısına çıktı. Kendini bir anda belediye başkanı aday adayı olarak bulan bir doktorun demokrasi oyunuyla imtihanını anlatan bir roman (ya da novella mı demeli) ile karşı karşıyayız. Seçim oyunuyla insanların yönetilmesini: Etrafımızda dönüp duran ve dünyanın en ciddi işiymiş gibi oynanan ‘siyaset oyunu’ aslında o kadar komik ve gerçek dışı ki. Bakın aktörlerine ve konuşmalarına, ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız. İşin kötüsü ise, bu gerçeğe rağmen, bu oyunun hayatlarımızı çok ciddi ve acı bir biçimde etkileyip değiştirebiliyor olması! ifadeleriyle yorumlayan Ercan Kesal ile son kitabını konuştuk.

egri-bugru-duvari-yikip-yerdeki-tuglalarla-yeni-bastan-oreceksin-84073-1.Seçime yaklaşırken çıktı Nasipse Adayız. Oysa seçim sonrası dönemde yayımlanması bekleniyordu sanırım…
Aklımızda ‘Kitap Fuarı’ vardı doğrusu. Biliyorsun, İstanbul’daki TÜYAP Kitap Fuarı tüm yayıncılar ve edebiyatla ilişkisi olan herkes için, yıl boyu beklenen bir etkinliktir. Biz, “Seçimleri haziranda bitirdik nasıl olsa, işimize gücümüze bakalım” derken, nerden bilebilirdik, birilerinin bundan hoşnut olmayıp önümüze yeni bir seçim koyacağını!

Otobiyografik bir hikâyeden yola çıkıyorsun. Otobiyografik hikâyelerin sınırlayıcılığından kurtulmayı nasıl başardın?
Bütün yazdıklarımızın kaynağı deneyimlerinizden başkası değil de nedir? Temel mesele, bunlarla nasıl bir ilişki kurduğunuz. Dönüp her seferinde aşağıya baktığınız uçurum da, içinizdeki ‘derin karanlık’tan başka bir şey değil. Bu yüzden ne yaparsanız yapın, her şey sizin belleğinize yer etmiş karmakarışık bir malzemenin yeniden düzenlenip üretilmiş bir tezahürü. Galeano’dan da ilham alırsak; yaşadıklarınız, gördükleriniz, duyduklarınız ve okuduklarınızdan sizde kalanları ‘cesaret ve kehanetle bezeyip aldığınız yere geri veriyorsunuz’. Beklediğiniz, buradan gerçekleşecek yeni ve ümit veren bir ‘buluşma’. Bir yandan da, ‘gerçekliği’ yorumlarken, onu yeniden keşfediyorsunuz. Edebiyat; gerçeği yeniden tanımamıza yardım ediyor. Ayrıca, iyi bilirim ki ‘kurgusal eserler, gerçekliğin gizli boyutlarını açıklamakta, kurgusal olmayanlardan çok daha etkili’dir. ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ filminin otopsi sahnesinde çıkarılan seslerin, gerçek bir kemik sesi yerine aslında bir lahananın kopartılarak çıkartılmasıyla seyirciye sunulan gerçeklik(!) gibi bir şey bu. Gerçek kemiğin kırılma sesi, tasavvur ettiğiniz kemik kırılma sesini karşılamıyor çünkü!

Bir Türkiye panoraması çiziyor romanın. Demokrasicilik oyununun bir yönü gibi anlatılanlar sanki…
Bu oyunu bile doğru düzgün oynayamıyoruz galiba. Ya da adına demokrasi denen bu yöntemin bizatihi kendisi bu oyunun bir parçası! Şimdiye kadar gördüğümüz ‘biçimsel bir seremoni’den başka bir şey değil. Halkın dört ya da beş yılda bir sandığa gidip sözde tercihini ya da arzusunu ifade ettiği bir seçimin sonunda hiçbir zaman beklentilerini karşılamayan bir deneyim. İşin kötüsü yeni bir seremoni için yine bir dört-beş yıl beklenecek. Halkın gerçek anlamda iradesinin gerçekleştiği ve ‘hükümetlerin halkı değil, halkların hükümetleri yönettiği’ bir düzene belki ‘demokrasi’ diyebiliriz. Roman, kuşkusuz, İstanbul’un hemen yanı başında yeni Anadolu kentlerinin ortaya çıktığı bir sosyal yapıyı anlatıyor. Ama asıl peşine düştüğüm şey, bu vasatın ortasında, iktidar hırsıyla zehirlenmiş bir kentsoylu doktorun kendi parçalanmışlığını-gerçeğini- şaşkınlıkla izlemesi.

Siyaset içerisinde güç ilişkilerinin tamamı arz-ı endam ediyor romanında: Profesyonel siyasetçiler, yancılar, güç ilişkileri içerisinde kendine konum elde etmeye çalışanlar, tabii tarikat şeyhleri, ruhani liderler vs…
Hepsi de gündelik politikanın bileşenleri, hepsi de bir biçimde siyaset organizasyonunda temsil ediliyorlar, hepsi de güç-kuvvet ve erk sahibi olarak bu düzende yerlerini korumak, sağlamlaştırmak ve sürdürmek istiyorlar ve hepsi de tüm bunları çok soylu ve ulvi nedenlerle(!) yapıyorlar. Onlara bu gücü bahşeden toplumun, bir süre sonra kendi yarattıkları (icat ettikleri) iktidarların önünde eğilip hak talepleri de ayrı bir ironi. Aslında adayın politik ya da bir başka kimliği de (sağcı mı solcu mu, Alevi mi Sünni mi, Kürt mü Türk mü) onların nezdinde çok önemi olan kavramlar da değil. Senin adamın, benim adamım en temel kıstas.

Seçime hazırlanma döneminin piyasasına da hâkim oluyoruz Nasipse Adayız sayesinde…
Çok güçlü ve hareketli bir pazardır o. Kolay değil, 4-5 yıl insanların gözleri yollarda kalıyor! Pankartçılar, lokantacılar, oteller, korsan gazeteciler, yerel ve ulusal medya, günlük gazeteler, radyolar, televizyonlar, kaçak kat çıkanlar ya da çıkacak olanlar, arsalarının ya da binalarının değerlenmesini bekleyenler, imar komisyonu heveslileri vs. Seçimlerden sonra da zaten liderin iki dudağı arasına gönderdikleri adamlarının, kendileriyle sürdüreceği performansın tatmin edip etmediğine bakarak yeni aday adayları ve yeni menfaat birliktelikleriyle sürer gider bu oyun.

Kemal Güner’in adaylık sürecindeki değişimi çok iyi verilmiş romanda. Sence “burjuva siyasetine” bulaşmanın doğal sonucu mu bu?
İnsan denen canlı, doğumundan ölümüne kadar, yaşadığı her an içinde duyumsadığı “varoluşsal sıkıntı” ve “ben kimim, niye bu dünyada varım?” sorularına cevap arıyor. Bunun cevabını bulabileceği yolculukların en başında da ‘politika yolculuğu’ geliyor. İnsan nefsinin en iyi sınandığı alanlardan biridir politik mücadele. Ayrıca, eninde sonunda iktidar, erk, güç, kuvvet gibi kavramlar, tam da biraz önceki soruların cevaplarıyla yüzleşilebilecek nadide yerlerdir. Kahramanımızın yaşadığı bu yolculuk ve beraberindeki hesaplaşma, kendi içinde belki de yüzleşmekten çekindiği ‘gerçek yüzüyle’ de karşılaşmasına vesile oluyor. Dağılıyor sonunda. Ama belki de bir puzzle gibi yeniden parçalarını toplamaya çalışıp kendini tamamladığında, ‘daha doğru bir Kemal Güner’ çıkabilir ortaya. Psikanaliz süreçleri de böyledir. Eğri büğrü duvarı yıkıp yerdeki tuğlalarla yeni baştan öreceksin duvarı.

Roman sahneler halinde ilerliyor. Yazarken görsel malzemeler kullanmayı sevdiğini ya da yazıya sinematografik bir bakışla yaklaştığını söyleyebilir miyiz?
Doğru ve yerinde bir tespit. ‘Peri Gazozu’nda da aynı yöntemi kullanıyordum. Esasında biliyorsun, sinema ve edebiyat ‘dertleri’ açısından birbirlerine çok yakın ve benzerdirler. Sadece kullandıkları malzeme farklıdır. Edebiyatın sözcükleri var, sinemanın görüntüleri. Edebiyatçının kelimelerle kurduğu ve tarif ettiği dünya kendi dünyası gibi gözükse de okuyucuya geniş bir hayal etme özgürlüğü verdiği için, dünyayı gösterme yolculuğunda ‘aracı’ düzeyde kalıyor bence. Sinemada gösterilen dünya, yönetmenin, hayatın ve zamanın içinden seçip aldığı ve ‘dondurulmuş bir zaman parçası’ gibi sunduğu bir dünyadır. Yönetmenin bilinçli tercihidir. Bu yüzden seyirciye pek özgürce hayal etme şansı tanımaz. Yönetmenin size göstermeyi tercih ettiği dünyayı izlersiniz, yani bir parça ‘mahkûm’sunuz ona. Sinema, bence bu yüzden çok daha etkileyici, kalıcı ve insan ruhunu dönüştürücüdür. Yazarken, ‘anlatmak yerine göstermeyi’ bu nedenle tercih ediyorum. Okurum, herhangi bir kahraman yerine, tam da benim anlatmak istediğim kahramanı ‘görsün’ istiyorum. Tam da benim duyurmak istediğim kokuyu duysun burnunda ya da hikâyedeki kahramanların yaşadığı duygusal devinimleri tam da onlar gibi hissetsin içinde. Benimle birlikte seyretsin hikâyenin gidişatını, bir film seyreder gibi. Bu yüzden; hayatın içinden sahici diyaloglar, bütünü tarif eden küçük ve güçlü detaylar ve bu yüzden kalemimi kamera gibi kullanma ısrarım.

Mizah Nasipse Adayız’ı devindiriyor. Gülmenin dönüştürücü gücüne mi sığındın?
Mizah çok kıymetli bir yöntem. Sık veriyorum şu örneği ama sinemayla da ilişkisini kurabildiğim için önemli bir örnek: Japon yönetmen A.Kurosawa, ‘seyirciye hüzünlü bir sahne çekip göstereceksem eğer, mutlaka neşeli bir çocuk şarkısı eşliğinde gösteririm’ diyor. Hüzün böylece, çok daha etkileyici ve yakıcı bir biçimde geçiyor seyirciye. Humor burada farkındalığı artıran ve derinleştiren bir faktör. Aynı şeyleri düşündüm kitabı yazarken. Kemal Güner’in acıklı hikâyesi, ancak yaşadığı o tuhaf ‘melankolik-trajik komedi’ ile daha iyi anlatılabilirdi. Ayrıca, bunun için çok özel bir gayrete ya da kurmacaya ihtiyaç duymadım. Etrafımızda dönüp duran ve dünyanın en ciddi işiymiş gibi oynanan ‘siyaset oyunu’ aslında o kadar komik ve gerçek dışı ki. Bakın aktörlerine ve konuşmalarına, ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız. İşin kötüsü ise, bu gerçeğe rağmen, bu oyunun hayatlarımızı çok ciddi ve acı bir biçimde etkileyip değiştirebiliyor olması!

Bu soruyu sormazsam olmaz: Ercan Kesal’ın önümüzdeki günlerdeki projeleri neler?
Çok okumak ve yazabildiğim kadar yazmak. ’Sinema neresinde bunun?’ diyebilirsin. Sinemaya edebiyattan giriş yapmış birisi olarak, gücümü ve cesaretimi nerden aldığımı biliyorum. İyi edebiyat, bana iyi sinema olarak dönecektir, eminim!..