Dünyada ve Türkiye’de yaşanan ekonomik belirsizlik sürecinin üstüne bir de Saray’ın toplumu kutuplaştıran başkanlık dayatması da eklenince 2017 yılının yine çok zor geçeceği ortada

Ekonomide başarısızlığın 13 yılı

SEMİH GÜVEN

Bugünlerde yediden yetmişe herkesin aklında ekonomideki belirsizlik ve bozulma var. “Ekonominin gidişatı ne olacak? 2001 gibi bir kriz yaşar mıyız? Dolar alayım mı, daha da yükselir mi?” gibi sorular pek çok sohbetin en popüler konularından biri haline geldi. Geliri dolar karşısında hızla düşen, borçları hızla artan, iğneden ipliğe her ürünün zamlanması dolayısıyla panikleyen yurttaşlar kendi başlarının çaresine bakmaya çalışıyorlar. Hükümete kalsa ekonomide dengeler pek sağlıklı.

Ekonomide ‘ufak tefek’ sıkıntılar olduğu kabul edilse de ekonominin krize gireceğine dair uyarılarda bulunanlar hemen ‘hain’ olarak suçlanıyor. Elinde döviz bulunduranlar ‘terörist’ olarak nitelenirken dar gelirli yurttaşa ‘dolar bozdur’ deniyor, buna karşın dolarda tansiyon bir türlü düşürülemiyor. Olan yine üç kuruş parasını krizden korumaya çalışan dar gelirliye oluyor.

Ekonomide dengeler her bozulduğunda suçu muhalefete atan hükümet, siyasi olarak da ülkeyi tam bir belirsizlik ortamına sürükleyerek ekonomideki yangına adeta benzin döküyor. Fillerin tepiştiği Ortadoğu’da söz sahibi olma pahasına ülke savaşa sokuluyor. Her gün patlayan bombalar ülkeye ilişkin umutları tüketiyor. Yabancılar ayağını çekiyor, yerliler yatırım yapmıyor. Bu da yetmezmiş gibi fatura bir de parlamenter sisteme kesilip ülke tek parti devletine dönüştürülmek isteniyor. Başkanlık sistemi tüm kötülükleri sona erdirecek yegane unsur olarak öne çıkarılmak isteniyor.

Tablo Türkiye’nin politik ve ekonomik olarak ciddi bir bunalım içine girdiğini gösteriyor. Peki, Türkiye’nin hızla içine sürüklendiği ekonomik krizin temelleri nerede yatıyor? AKP hükümetleri göreve geldikleri günden bu güne ekonomide Türkiye’ye çağ atlattı da bir üst aklın düğmeye basması nedeniyle mi işsizlik artıyor, enflasyon yükseliyor, sanayide çarklar duruyor, döviz rekor üstüne rekor kırıyor? Yoksa ekonomide bugüne kadar yaşanan sadece bir illüzyon muydu? AKP’nin döneme geldiği günden bugüne sürece göz atmakta fayda var.

Ülke neoliberalizme teslim
Türkiye’nin 1999 ve 2001 yıllarında yaşadığı bankacılık kaynaklı ekonomik krizin faturasının halka ağır biçimde ödetilmesinin siyasi bedeli olmuş, DSP ve ANAP siyaset sahnesinden silinirken MHP Meclis dışı kalmıştı. Uluslararası sermayeye ülkeyi sonuna kadar açma sözü veren AKP, 2002 yılının kasım ayında yüzde 34 oyla Meclis’in üçte ikisinin çoğunluğunu elde ederek iktidara geldi. İktidara geldiği günlerde ‘Milli Görüş gömleğini çıkaran’ parti temsilcileri bir yandan AB ile ilişkileri geliştirme adımları atarken diğer yandan ülkeye kontrolsüz olarak girecek olan yabancı sermayenin önünü açtı. Tüpraş, Telekom ve Tekel gibi yıllarca halkın vergileriyle oluşturulan dev şirketler hızla haraç mezat satıldı. Neoliberal politikaların Türkiye’de inşa edilmesi sürecinde hükümetin teslimiyetçi tutumunun etkisiyle ülkeye yatırıma dönüşmeyen sıcak para girişleri yaşandı. Şirketlerin borsadaki değerleri suni olarak hızla artarken aynı hızı şirketlerin üretimlerinde görmek ise mümkün olmadı. Ekonomide rekor büyüme oranları olarak lanse edilen 2008 krizine kadarki dönemde bile işsizlik hiçbir zaman yüzde 10’un altına inmedi. (Koalisyon hükümetleri döneminde bile işsizlik çift hanelere ulaşmamıştı). İşsizlik düşmezken Türkiye’nin dış borcu hızla arttı. 2002’de 129 milyar dolar olan dış borç 2007 yılında 250 milyar dolara yükseldi.

‘Teğet geçen’ kriz
Ürettiğinden fazlasını ithal eden ve üretime dönüşmeyen sıcak para girişlerine bel bağlayan Türkiye ekonomisini, 2008 ve 2009 yıllarında tüm dünyayı sarsan bir ekonomik krizin dalgaları çarptı. Bu kez krizin merkezi Türkiye’nin de içinde bulunduğu kapitalizmin çevre ülkelerinde değil, kapitalizmin merkez ülkesindeki ABD oldu. ABD’de düşük gelirlilerin mortgage kredileriyle borçlandırmaları ve ardından oluşan konut balonunun patlamasıyla tüm dünya neye uğradığını şaşırdı. Bankalar ve büyük sigorta şirketleri batmanın eşiğine geldi. Finans krizi tüm dünyaya yayıldı. Yüksek cari açığı bulunan Türkiye de krizden ciddi oranda etkilendi. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan ‘kriz bizi teğet geçti’ demesine rağmen Türkiye ekonomisi 2008’de sadece yüzde 0,7 büyürken, 2009’da ise yüzde 4,8 daraldı. Ardından Erdoğan, “Kriz bizi teğet geçti dedim, etkilemedi demedim” demek zorunda kaldı. İşsizlik 2009’da yüzde 14’e çıkarak 1988’den itibaren ILO standartlarıyla yapılan en yüksek seviyeye yükseldi. Türkiye’nin kendi içinde yaşamadığı bir krizden bu denli ağır bir biçimde etkilenmesi Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarının çözülemediğinin somut işareti olarak tarihte yerini aldı.

Büyüsen ayrı dert...
ABD’de yaşanan ekonomik kriz sonrası tüm dünyada yaşanan durgunluğu aşmak için ABD tarafından parasal genişleme adımları atıldı ve faizlerde indirim sürecine gidildi. Böylece Türkiye’ye tekrar sermaye girişleri yaşandı. 2010 ve 2011 yıllarında Türkiye ekonomisi sırayla yüzde 9,2 ve yüzde 8,5 büyüdü. Fakat Türkiye’nin yaşadığı her büyüme cari açıkta sürdürülmesi mümkün olmayan bir açık oluşturuyordu. İhraç etmek için bile ithal etmek zorunda kalan Türkiye’nin 2010 yılı cari açığı bir önceki yıla göre tam yüzde 247 artış göstererek 48,56 milyar dolara tırmandı. 2011 yılında ise bu açık 77 milyar 89 milyon dolara yükseldi. Açığın finansmanının sürdürülemez noktaya gelmesiyle hükümet büyümede frene basmak zorunda kaldı. Ekonomi 2011’in ardından son 3 yılda ortalama yüzde 3 civarlarında sınırlı bir büyüme kaydedebildi.

Sıcak para kaçıyor
Türkiye’nin inişli çıkışlı ekonomi macerasında ABD etkisi 2014 yılında da belirleyici oldu. 2008 krizinden itibaren faizleri yüzde 0,25’e kadar düşüren ve varlık alım programıyla dünyayı dolara boğan ABD Merkez Bankası Fed, varlık alım programına 2014 yılının ekim ayında son verdi ve ABD’de tekrar faiz artış sürecinin başlatılacağı ilan edildi. Faiz artış süreci ile birlikte Türkiye gibi çarpık ekonomik gelişmeye sahne olan ülkelerden tekrar para çıkışları yaşandı. 2007 yılında 1 lira 16 kuruşa kadar düşmüş olan dolar 2015 yılının başında 2 lira 35 kuruşa kadar yükseldi.

Dolar 3 lirayı aştı
Dış ve iç politikada atılan başarısız adımlarla birlikte ekonomik göstergelerde yaşanan hızlı bozulma 2015 yılında da sürdü. İşsizlik yine yüzde 10’un üstünde seyrederken ekonomik büyüme yüzde 4’te kaldı. Kişi başına düşen gelir 9 bin 261 dolara geriledi. (Aralık 2016’da Türkiye İstatistik Kurumu marifetiyle yapılan yeni hesaplamaya göre ise büyüme yüzde 6,1’e çıkarıldı. Kişi başına düşen gelir ise 11 bin 14 dolara yükseltildi. TÜİK uzmanları bile nasıl bir hesap yaptıklarını açıklayamadı!) Dolar yıl içinde 3 lirayı geçti.

Kriz kapıda, zili çalıyor
2016 yılı ise ekonomide yaşanan bunalımın ve politikada yaşanan belirsizliklerin zirveye ulaştığı yıl oldu. Rusya ile yaşanan uçak krizinin etkisiyle turizm, tarihinde görmediği daralmayı yaşadı. İşsizlik yüzde 11’i aşarken imalat sanayinde üretim daralma sinyalleri verdi. Yüksek teknolojili ürünlerin imalataki payı yine diğer yıllarda olduğu gibi yüzde 3’te kaldı. Katma değeri yüksek ürün üretilemedi. Enflasyon yeniden tırmanışa geçerek yüzde 8,5’e ulaştı. Reel sektörün döviz borcu 200 milyar doları aştı. Darbe girişiminin ardından alınan ve sürekli uzatılan OHAL’ler ülkede şiddetin en çok yaşandığı dönem olarak tarihe geçti. Kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin notunu yatırım yapılabilir seviyenin altına çekti. 3,50 TL’yi aşan dolar rekorunu 2017 yılının başında 3 lira 94 kuruşa taşıdı.

Çözüm: Kendi kendine yetebilmek...
Dünyada ve Türkiye’de yaşanan ekonomik belirsizlik sürecinin üstüne bir de Saray’ın toplumu kutuplaştıran başkanlık dayatması da eklenince 2017 yılının yine çok zor geçeceği ortada. Politik risklerle birlikte hükümetin ekonomi yönetiminin aldığı önlemler ise günü kurtarmaya dönük olmaktan öteye gidemiyor. Ekonomideki dışa bağımlılık sadece bu dönem için değil, her dönemde Türkiye’de yeni krizlerin oluşmasına yol açıyor. Mesele borçla büyüyen değil, kendi kendine yeten bir ülke inşa etmekten geçiyor.