Edebiyatımızda işçi dendiğinde ilk akla gelenler maden ocaklarına gömülenler, fabrikalarda sömürülenler, tarlalarda kavrulanlar oluyor. Oysa Özgür Çırak’ın öykülerinde, AVM’lerin yapay ışıkları altında nefessiz kalanlar anlatılıyor

Elbet bir gün...

MEHMET FIRAT PÜRSELİM

Kemal Tahir - Bir Fırtına Dindi ve Tarık Buğra - Romanını Arayan Adam isimli iki başarılı biyografik romanla edebiyat dünyasına adım atan Özgür Çırak’ın ilk öykü kitabı Sıcacık Bir Ev, NotaBene Yayınları etiketiyle yayımlandı. Aynı zamanda eğitimci olan Çırak’ın öyküleri genel manada günümüz iş yaşamını ve işçileri anlatıyor. Yalnız aklınıza klasik işçi öyküleri gelmesin. Edebiyatımızda işçi dendiğinde ilk akla gelenler maden ocaklarına gömülenler, fabrikalarda sömürülenler, tarlalarda kavrulanlar oluyor. Oysa Çırak’ın öykülerinde, AVM’lerin yapay ışıkları altında nefessiz kalanlar anlatılıyor. Nasıl ki, işgücü günden güne sanayi, maden ve tarımdan ayrılarak hizmet sektöründe yoğunlaşıyorsa, 1970’lerden farklı olarak beyaz yakalıların hikâyeleri de anlatılmaya değer hale geliyor.

Sosyolojik açıdan bakıldığında, 1850’lerde Marx emeğine en fazla yabancılaşmış kesimin işçi sınıfı olduğunu söylerken, 1950’li yıllarda Amerikalı sosyolog Mills beyaz yakalıların emeğe yabancılaşmasına dikkat çekmekteydi. Charles Wright Mills’e göre, vahşi çağın yeni ürünü olan beyaz yakalı, gününü hep alışageldiği aynı işle doldurmak zorundaydı, boş zamanlarını isteyerek ona satılan düşük nitelikli yapay eğlencelere vermekle değerlendirmekteydi. İş onu sıkmakta, eğlenceler sinirlendirmekte, bu kısır döngüyse onu tüketmekteydi. 1850’liler, 1950’liler geride kaldı. 2020’lere yaklaştık ama anlıyoruz ki Sıcacık Bir Ev’de “Anlatılan senin hikâyen” ey okur, unutma!

GERÇEKÜSTÜ ÖYKÜLER

AVM'deki fastfood restorandaki buzlu kolaları değil soğuk çalışma koşullarını, kızarmış patatesleri değil emek sömürüsünün yüz kızartıcılığını anlatan 'Sıradan Bir İş Günü' öyküsüyle başlıyor kitap. Apartmanın iskelesinden düşüp ölen işçiyi 'Ölü'de etrafına toplananların ağzından dinlerken, Aliağa’daki rafineride ölen işçiyi 'Taşeron'da kendi dilinden okuyoruz. Gerçeküstü öğelerle bezeli 'Sıcacık Bir Ev'de üç kap yemeğe çalışan garsonun hikâyesini okurken neden sadece zenginlerin, garsonların ve çocukların papyon taktığını düşünüyoruz. Gerçeküstü öyküler, 'Akvaryum', 'Beyhude Şiir ve Yosun'la devam ediyor. Sırasıyla balık olan insanları, Ankara Tren Garı’ndaki patlamayı ve yosuna dönüşen memurları okuyoruz. Üstelik 'Beyhude Şiir' ve 'Yosun'u birbiriyle bağlantılı okuyoruz.

“Madem iş dönüşü ölüyordum bir kaldırımda yüzükoyun, o zaman işten dönmem olur biter dedim kendi kendime. Demesine dedim de sonraki gün yine altıda kalkmak için saat kurdum, gece üç kere uyandım, el insaf altıda kalkacaktım zaten, tabii uykumu alamadım. Şişmiş, mutsuz bir suratla tıraş oldum, soğuk süte ekmek doğradım. İşe gittim. Fakat düşünmeyeceksin işte. İşe giderken içim yemyeşil, aklım karmakarışıktı. Bütün gün işe gitmemenin nasıl bir şey olacağını hayal edip durdum.” (Yosun, s.42)

EMEK EDEBİYATINA YENİ BİR SOLUK

'Koku', 'Yara' ve son öykü olan 'Boşluk' beyaz yakalı yöneticilerin psikolojik hallerini sorgulayan metinler. Ben soruları ortaya bırakayım, cevabı kitabı okuyanlar bulsun: Ne kadar yıkansak da geçmeyen bir koku mudur baba? Hangi red en çok yaralar kadını? Bir bebekten geriye kalan boşluğu doldurmak mümkün müdür?

'Yara' ve 'Boşluk'un yanı sıra 'Son Akşam Yemeği' dertleri farklı olsa da kadınlık hallerine dokunan öyküler.

“Salonu önce ikiye ardından dörde katlıyor, üst başını da bir zarf gibi kapatıyor. Eski kocasının adresini yazıyor üstüne, önümüz yılbaşı, yılbaşı tebriği almayı sever kocası. Yeni yuvasında, yeni karısıyla. Yarın dağınık salonlarını postaya verecek, tabii unutmazsa.” (Son Akşam Yemeği, s.79)
Kum bile ülkemizde insan hayatından değerli. 'Öksürmek Yasak'ta silikozis hastası, kot taşlama işçisi anlatılıyor. Kum kaçmasın diye her tarafı kapalı, havalandırması bulunmayan küçücük bir atölyede çalışan işçinin ciğerlerindeki hırıltıyla kitabın kapağını kapatıp düşünüyoruz: Bir kilo kum mu daha değerli yoksa bir insanın hayatı mı? Ama bu sorunun cevabının ortanca hanımına rezidanslarda daireler alan ‘iş adamlarınca’ çoktan verildiğini görüp hayıflanıyoruz.

Sıcacık Bir Ev, edebiyatımıza daha da özelinde emek edebiyatımıza yepyeni bir soluk getiren, gerçekçi ve gerçeküstü öğeleri başarıyla harmanlayan kıymetli bir kitap. Yazarın dediği gibi, “İşten kaçsak nereye kaçacağız, bahçedeki elma ağacından para mı bitecek?” Elbette ağaçtan para bitmeyecek ama o ağaçları dikenler bir gün elbet meyvesini yiyecek ve sıcacık bir evde oturacak."