O mahşerde biz bir avuç insan etrafa saçıldık, dağıldık, kaybolduk. Meydana, taşlara, merdivenlere, toprağa yağdık, kıpkırmızıydı gökyüzü, yeryüzü

Elini tuttum

POLAT ÖZLÜOĞLU

Haftalar öncesinden sormuştum, "Ben de gelebilir miyim?" diye. Uzun bir zaman duymazdan gelmiş, bıyıklarını ısıra ısıra geçiştirmiştin her defasında. Aslında karşı çıkmamıştın ama olur da dememiştin. Oysa yüzüne bakınca anlıyordum içten içe gelmemi istediğini. Sonunda dayanamadın, yarım ağızla "Peki, kızım" dedin. Öyle bir sarılmışım ki dünyalar senin olmuştu, öyle söyledin günler sonra. Aslında dünyalar benim olmuştu. Sevdiğim adamla, el ele, omuz omuza birlikte olacaktık. Benden daha heyecanlıydın sabah kahvaltıda. Doğru dürüst bir şey yiyememiştin ama ben yemeliymişim. Kendi elinle ballı ekmek yedirdin. Sonra kol kola çıktık yola. Yüzüne baktım. Mutluydun. Öyle görünüyordun. Köşeli, sert hatlarının kıvrımları yumuşamış, yaşlılığın gölgesi usul usul sabah güneşiyle birlikte çekilmişti yüzünden. Bir delikanlı gibi hareketli ve dinç, neşe içinde girmiştin koluma. Gözlerinin koyu lacivert mavisi açılmış, ellerinin titremesi kesilmişti. Elimi tuttun sıcacıktı. Gülümseyerek baktın. Öyle çok konuştun ki yol boyunca, sürekli şakalar yaptın, anılarından, gençliğinde katıldığın gösterilerden bahsettin. "Ben seni hiç böyle bilmiyordum" diyemedim. Demedim. İki arkadaş gibiydik. Oysa içimde tuhaf bir his vardı evden çıktığımızda, hem içim içime sığmıyor hem de bir tedirginlik yakamdan asılıp duruyordu. Sana söylemedim. Söylesem evhamlanır, vazgeçer, geri dönmek isterdin. Kıyamazdın bana. Oysa ben seninle ilk defa böyle bir şeye kalkıştığım için çok heyecanlıydım. Hâlâ öyleyim, bakma öldüğüme. Şimdi şuracıkta, taşların üzerinde uzanırken bile mutluyum. Seninle hep anlattığın o meşhur havayı koklamak, omuz omuza yürümek, sevgiden, barıştan, özgürlükten dem vurmak, elimizde pankartlarla, hep bir ağızdan bağırmak, slogan atmak hep hayalini kurduğum şeydi.

İşte şimdi beraberdik. Garın önüne gelmiştik. Bugün diğer günlerden hiçbir farkı olmayan apaydınlık bir gündü işte. Meydan çoktan kalabalıklaşmıştı. Yüzlerce, binlerce insan memleketin dört bir yanından kendi imkanları ile dünden beri akın akın gelmişlerdi buraya. Herkesin yüzünde emanet bir mutluluk, yüreklerinde sevinç vardı. Güneş yorgun garın arkasından güzü kulağından çekip azarlamış da yerine bahardan kalma bir günü geri getirmiş gibi ısıtmaya başlamıştı her yeri. Sanki ekim değil de mayıstı. Herkes birbiriyle selamlaşıyor, kucaklaşıyor, halaylar çekiyor, yürüyor, sohbet ediyor, gülüyor, ellerinde pankartlar hep birlikte ‘’Savaşa inat, Barışa evet’’ diye slogan atıyorduk. Bir ara elimi bıraktın, karşıyı gösterdin. Hemen gidip geleceğini söyledin, kortejin önüne, arkadaşlarının yanına selamlaşmak, konuşmak için gittin. Kalabalığın başına doğru yürüdün. Ben o lunaparkı andıran renk cümbüşünün, insan selinin içinde kayboldum. Tanıdık tanımadık herkes oradaydı. Hepimizin umutları, düşleri birbirine benzerdi. Hep bir ağızdan şarkılar söylüyor, eğleniyorduk. Ortalık bayram yeri gibiydi. Etrafta ne bir sivil polis, ne de üniformalı birileri vardı. Karışan, görüşen, dur diyen kimse yoktu. "Önümüzü kesmeyecekler, engel olmayacaklar, sorun çıkmayacak" dedim kendi kendime. Benim şansımaydı belki de. Meydan doldu doldu taştı. Hep birlikte yerimizde duramıyor, barışı çağırıyor, türküler çığırıyorduk. Heyecandan, sevinçten kalbim yerinden çıkacak sandım. Sonra, sonrası yok. Sonrası kıpkırmızı. Birkaç dakika geçti geçmedi, bir gürültü, gözleri kör, kulakları sağır, dilleri lal eden, elleri ayakları kül, yüreği un ufak eden bir gürültü koptu. Sanki yer yarıldı hep birlikte içine düştük, ayaklarım taş, gövdem kayaydı, gök sağır, ruhum bedenime ağırdı. Sonra bir patlama daha, güneş eriyip aktı tepemizden, bütün kuşlar, yapraklar, bulutlar üstümüze yağdı patır patır. O mahşerde biz bir avuç insan etrafa saçıldık, dağıldık, kaybolduk. Meydana, taşlara, merdivenlere, toprağa yağdık, kıpkırmızıydı gökyüzü, yeryüzü. Azgın bir nehir gibi oluk oluk aktık omuz omuza, kol kola, el ele, göğüs göğüse. Kapkaraydı her şey, her yer, puslu bir sis çöktü üzerimize, ellerimiz, ayaklarımız, ağzımız, yüzümüz başka başka bedenlere tutunmuş, canımız, ciğerimiz, yüreğimiz kucak kucağa yattık öylece garın önünde. Hepimiz parça parça dağıldık, sere serpe uzandık taşlara, selamsız, sabahsız, duasız saçıldık etrafa. Üstümüzden kırlangıçlar uçtu geçti. Öyle birden bire çekip gittiler ki şimdi güz bitti dedim içimden. Kış geldi. İçimi bir hüzün kapladı. Etrafa baktım. Eskiden tren garı arkada kalanların, gidenlerin, terkedilenlerin, ayrılıkların mezarıydı, şimdi onlarca çocuğun, gencin, kızın, oğlanın, yüzlerce elin, ayağın, kolun, bacağın, gözün, kulağın, umudun, düşlerin mezarı oldu dedim, yazık. Hepimizden bir parça saçıldı o meydana, bir bakış, bir nefes, bir dokunuş, bir ıssızlık, bir özlem gizlendi taşların kuytusuna. Garın önündeki meydan barışın yeniden yeşereceği yerdi artık. Bizim yeniden dirileceğimiz yer. Bir çığlık gibi avaz avaz doğacağımız yer. Senin sesini duydum sandım çok uzaklardan. Sonra kıpkırmızı bir sıcaklık yokladı ellerimi. "Baba" dedim, geldin elimi tuttun sanki. Bir ıslık duydum. Kapkara hortlak gibi yüzler, kirli dumanlar, zehirli gazlar, zebaniler gibi geçti üzerimizden. Beşer onar gezindiler aramızda saraydan kaçmış aç köpekler gibi hırlayarak. Bir de baktım annem başımda, mum gibi titriyor bedeni, solgun yüzü şiş, iğne batmış gözleri iplik iplik akıyor, bakıyor ama görmüyordu beni. Ezan sesini duydum, "Erken" dedim daha öğle namazına çok var. Hoca adımı seslendi sanki kırık minareden. Ben buz gibiydim mermer taşın üzerinde. Üşüyordum. Uyandım sandım. Bir an can geldi canıma sandım. Seni gördüm. Dal gibi kurumuş gövden, susuz kör kuyular gibi çukur gözlerin, kararmış gölgeli yüzün, bakıyordun bana. İçinden çöl geçen bir adam gibiydin. "Baba" dedim içimden. Elini tuttum.