Fransa’yı modernize etme vaatleriyle iktidara gelen Macron ‘merkez siyaset’ denilen şeyin pratikte neye benzediğini hepimize gösterdi. İşçilere savaş açtı, otoriter demagojiye başvurdu ve aşırı sağcıları daha da yüreklendirdi. İhtiyaç duyulan toplumsal dönüşüm için örgütlü bir işçi sınıfına ihtiyaç var.

Elitlerin maşası Macron

Tom Blackburn

Fransa’da 2017 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde Paris’in duvarlarında bir grafiti belirmişti: Macron 2017 = Le Pen 2022. Bir sonraki seçime yalnızca bir yıl kaldı ve bu uyarı haklı çıkabilir. Ocak ayında yapılan bir ankete göre Macron ve Le Pen’in oy oranı kafa kafaya, yani ikili arasında ikinci kez baş başa mücadele görebiliriz. Olası bir seçimde Macron yüzde 52 oy alırken, Le Pen’in oy oranı yüzde 48 seviyesine ulaşıyor.

Fransız aşırı sağının ayak sesleri duyuluyor. Macron’un buna verdiği karşılık ise sağcı taklidi yapmak oldu. Macron’un yükseköğrenimden sorumlu bakanı kısa süre önce ‘İslamcı-solcular’dan söz edince insanlar ahlaki panik yaşadılar. Bu kavram doğrudan aşırı sağcıların lügatinden çıkarılmıştı. Üstelik bakana göre bu insanlar ‘toplumu yiyip bitiriyorlardı.’


Macron’a görev vermeyenlerin oranı yüzde 60 seviyesinde çıktı ve iktidarı süresince bolca kitlesel eyleme tanık olduk. Haliyle insanların dikkatini dağıtmaya çalışmasına şaşırmamalı. Bruno Amable ve Stefano Palombarini’nin Son Neoliberal isimli kitabı da tam olarak bu dönüşümden, merkez sol siyasetçi olarak yola çıkan Macron’un işçi sınıfını düpedüz terk edip güç sarhoşluğu yaşamasından söz ediyor.

Amable ve Palombarini, ‘Macronizm’in tarihini yirminci yüzyılın ortalarına kadar takip ediyor. 1970’li yıllarda ‘İkinci Sol’ ismiyle Sosyalist Parti’den (SP) ayrılarak ortaya çıkan sağcı oluşum, Keynesyen talep yönetimi ve kamusal varlıklar gibi kavramları bir kenara itiyor, bu günlerde neoliberalizm olarak andığımız düzeni savunuyordu. 1990’lara geldiğimizde SP içinde baskın hale gelmişti bile.

François Mitterrand’ın 1980’li yıllarda iktidara gelmesi partiyi bir yol ayrımına getirdi. Mitterrand iktidara geldiğinde ülke kamulaştırma ve parasal teşvik programı uyguluyordu. Mitterrand ise iktidarının ikinci yılında bu programı terk etti ve sonraları ‘neoliberal dalgada boğulan’ başkan olarak anılır oldu.
François Hollande’ın başkanlığı da aynı süreci tekrar etti. Hollande, kemer sıkma politikalarına son verme ve zenginlerden vergi alma vaatleriyle iktidara gelmişti. İktidara gelir gelmez yan çizdi ve tam tersi politikalar izledi. Böylece Sosyalist Parti hızla çöktü ve Hollande’ın finans bakanı Emmanuel Macron kendi partisini kurarak başkanlık hayalleri peşinde koşmaya koyuldu.

MACRON PROJESİ ÇÖKEBİLİR

Macron ‘oyun kitabını’ yırtan, düzen karşıtı bir lider olarak görünmeyi seviyor fakat aslında ülkeyi yöneten elitlerin sadık bir maşası. École Nationale d’Administration (ENA) okulunda eğitim gören Macron geçmişte yatırım bankacısı olarak çalıştı. Hollande’dan önce Nicolas Sarkozy için bir rapor kaleme almış ve raporunda bir dizi neoliberal reform önerisinde bulunmuştu. Fakat araya 2008 finans krizi girdi ve serbest piyasa politikaları bir süreliğine gözden düştü.

Macron iktidara gelir gelmez Fransız ekonomisini bu tür neoliberal reformlara tabi tuttu. Sosyalist Parti’den seçilen başkanların aksine, bel bağladığı bir işçi tabanı yoktu ve böyle bir tabana hitap etmeye de çalışmadı.

Macron, bu reformların bir tür burjuvazi bloğu oluşturmasını ve mavi yakalı işgücünün daha da zayıflamasını umuyor. Fakat bu ümitlerin gerçekleşmesine engel olabilecek bazı uygulamalara da imza attı; emekli sandığı ve sağlık harcamalarının kısılması, otomasyon ile işgücü ihtiyacının azalması ve güvencesizliğin artması orta sınıfı tamamen küstürebilir. Macron projesinin kırılgan temelleri işte bu noktada çökebilir.

Bu açmazın içinden çıkmanın bir yolu da otoriter-popülist stratejiye dönmek. Bu model Margaret Thatcher’ın politikalarını andırıyor. Thatcher hükümeti bir yandan reformlar uygularken bir yandan otoriter ve popülist bir duruş sergiliyor, ırkçılıktan da geri durmuyordu. Bu politikanın uzun vadeli etkilerini İngiltere’de halen görüyoruz. Emek hareketi büyük oranda güç kaybetti, konut enflasyonu ve rantiye rejimi ise muhafazakarlara güçlü bir taban kazandırıyor. Macron’un istihdam piyasası reformları karşısında düzenlenen eylemler ve Sarı Yelekliler eylemleri sert bir şekilde bastırıldı. Bunun yanında Müslümanlar düşmanlaştırıldı. Demek ki Macron yolunu buluyor. Amable ve Palombarini’nin kitabına göre ülkede burjuvazi için ilerici sosyal politikalar pek önemli olmasa da, Avrupa Birliği entegrasyonu önemseniyor. Dolayısıyla AB’ye yoğunlaşma yoluyla sosyal politikalar göz ardı edilebilir. Fakat Macron’un Avrupa Birliği’nde anlamlı reformlar yaratmada başarısız olması, prestij kaybetmesine ve uygulamak istediği projenin sekteye uğramasına sebep olabilir.

Önümüzdeki sene yapılacak seçimlerde Le Pen antipatisinin bir kez daha üstün geldiğini ve solcuların gönülsüzce Macron’a oy verdiğini görebiliriz. Fakat Macron’un gitgide sağcı politikalar izlemesi insanları Le Pen’e karşı ‘imdada yetişme’ konusunda tereddüde düşürebilir. Le Pen’i taklit eden Macron, aslında Le Pen’in ‘yalnızlaşmış’ pozisyonunu değiştirmiş oluyor. Le Pen’in neden ‘beterin beteri’ olduğu ve ‘kabul edilemezliği’ artık seçmende karşılık bulmayabilir. Fakat İkinci Sol gibi Macron’un projesi de işçi sınıfını dışlayan bir bakış açısına ve kitlelerin ihtiyaçlarını hor gören bir yaklaşıma dayanıyor. Amable ve Palombarini’nin analizine göre Fransa’da merkez siyasetin seçim kazanma stratejisi zaten işçi sınıfını dışlama üzerine kurulu. Bu sayede seçmen öyle bir yabancılaşıyor ki siyasete tamamen küsüyor. Merkez görüşü temsil eden düşünce kuruluşları ve medya da işçi sınıfının meşruiyetine savaş açmış durumda.
Üçüncü Yol yaklaşımının altın çağının yaşandığı 1990’lı yıllarda finansal büyümenin yarattığı kaynakların bir kısmı toplumsal politikalara harcanıyordu. Bu şekilde neoliberal reformların sunduğu acı reçete bir nebze ‘tatlanıyordu.’ Böylece uzun vadede adaletsizlik, güvencesizlik ve yoksulluk yaşanan noktaya gelebildik. Büyüme sürdükçe merkez solun işçi sınıfına mensup destekçileri de bazı teşviklerden faydalanabiliyordu. Büyüme bittiğinde bu seçenek de ortadan kalktı ve Avrupa’nın merkez solu kriz yaşadı.

Peki merkez solun gelecek vizyonu ne? Macron ‘hoşnutsuz’ görünmeye çalışsa da, kendini tebrik etmekten geri durmayan ‘modernleşmeci’ imajına bakılırsa bildiğini okumaya devam edecek. Daha fazla adaletsizlik, yoksulluk ve güvencesizlik bir yanda, vurgunculuk diğer yanda. İnsanların Macron ile ‘zenginlerin başkanı’ diye alay etmesine şaşırmamalı. Amable ve Palombarini buna Fransız ekonomisinin ‘Uberleşmesi’ diyor. Fransa’nın aşırı sağcıları, rakiplerinin izledikleri politikalar karşısında minnet duyuyor olmalı.

Blair ekolünden gelen İngiliz ‘uzmanların’ bir dönem Macron’a hayranlıkla bakmasına da şaşırmamalı. Neticede onlar da işçi sınıfına ‘borçlu’ olmaktan hoşlanmıyorlar. Hatta kimileri Change UK partisiyle Macron’u taklit etmeye çalıştı ancak tek başarıları İşçi Partisi içindeki sağ kanadı güçlendirmek oldu. Fakat Keir Starmer gibi siyasetçilerin hala bürokratik-teknokrat yönetim idealleri peşinde koştuğunu görüyoruz. Starmer’in parti içi demokraside bile katılımcı yaklaşımlara kapalı olduğu açık.

İhtiyaç duyduğumuz toplumsal dönüşümü ancak işçi sınıfını tam anlamıyla temsil eden, işçi sınıfının çeşitliliğinin yanı sıra ortak mücadele tabanını tanıyan bir hareket yaratabilir. ‘Yönetimciliği’ bir kenara bırakmalı ve kitlelerin gücünü değerlendirmeliyiz. Toplumsal dönüşüm arzusu hissedenler örgütlenmeli ve bu değişimi bizzat yaratanlar olmalı. Başarısız olmamız halinde gelecekte toplumsal patlama ile karşı karşıya kalacağız.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Tribune Mag