Erdoğan’ın CHP ve HDP’yi ideolojik akraba olarak değerlendirmesinin arka planında Soğuk Savaş konjonktüründeki İslamcı tedrisatın izleri bulunuyor. O tedrisat Naziler’den, ABD’ye ve Körfez İslamcılığına uzanan anti-komünist bir tarih bilincinin eseri.

Erdoğan’ın hatırlayamadıkları

OZAN GÜNDOĞDU

Yıllardan sonra Diyarbakır’ı ziyaret eden Erdoğan, burada gerçekleştirdiği mitingde toplanan kalabalığa seslenirken, hedefine bölgenin en güçlü partisi HDP’yi koydu. Ancak HDP’yi topa tutarken Erdoğan’ın yaslandığı dayanak noktası Türkiye’nin geri kalanındaki siyasetinden farklıydı. Erdoğan, gündelik siyasi dilini CHP’nin HDP’yle yakınlaşması üzerine kurguluyor, HDP’yi siyasi denklemin tümüyle dışına çıkarıyor, buradan hareketle CHP’yi eleştiriyordu. Tüm bunları yaparken de Cumhur İttifakı’nın ideolojik birlikteliğine gölge düşürmeden milliyetçi reflekslerden faydalanıyor, CHP’yi HDP ile yol yürüdüğü için ihanetle suçluyordu. Sözüm ona, CHP, HDP’yle arasına mesafe koysaydı, işte o zaman rejimin kabul ettiği makul sınırların içine CHP de dahil edilebilirdi. Mesela İYİ Parti… Tek günahı HDP ile kol kola yürüyen CHP’nin ittifak ortağı olmasıydı. Bu siyasi dili, ortağı Devlet Bahçeli sahiplenmekle kalmıyor, bunu, ideolojik mirası sayesinde bir adım ileriye kolaylıkla taşıyabiliyordu. Partisinin 6 Temmuz’da gerçekleşen grup toplantısında Bahçeli, konuya ilişkin şu ifadeleri kullanıyor; “Zillet ittifakının Türkiye’de sorumluluk aldığı bir süreçte, es kaza Kılıçdaroğlu›nun Cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde zalimlerin ve emperyalist çevrelerin 1,5 asırlık projesi olan Kürdistan›ın kurulması için her şey tamamlanmış, ihanet kıvama gelmiş olacaktır”. CHP ve İYİ Parti öyle büyük bir ihanet içindeydi ki, emperyalist çevrelerin Kürdistan hayalini gerçekleştirmek için gizli bir ajanda taşıyorlardı.

Ancak Erdoğan, Diyarbakır’da alışılageldiği üzere CHP’yi HDP ile yan yana gelmekle değil, tam tersine, HDP’yi “tüm kötülüklerin anası” olarak nitelendirdiği CHP ile yan yana gelmekle suçladı. Konuşmasının nefret objesi HDP’den çok CHP’ydi. Hatta biraz daha ileri giderek Çözüm Süreci’ni sahiplendi, HDP’yi Süreci sona erdiren taraf olarak gösterdi. “Çözüm sürecini biz başlattık, sonlandıran biz olamadık. Çözüm sürecini bunların art niyetleri gizli gündemleri sonlandırdı” diyen Erdoğan’ın hedefinde HDP ve PKK vardı ancak bu hedefe dönük ideolojik dayanak, gücünü ülkenin geri kalanında olduğu gibi milliyetçilikten değil, İslamcılıktan alıyordu. Bunun için tek parti döneminde atıf yapmaktan geri durmayan Erdoğan konuşmasına “Bunlar (HDP’den bahsediyor) 1940’larda Türkiye’nin başına bir kâbus gibi çöken tek parti CHP zihniyetinin günümüzdeki versiyonudur. Kürt kardeşlerime yapılan zulüm başta olmak üzere bu ülkedeki tüm büyük günahların anası olan CHP’yle yol yürümek ancak bunlara yakışır” diyerek devam etti. Ancak bu konuda kurduğu şu cümle iktidar basınının hemen tüm özneleri tarafından manşete taşındı; “HDP’nin İstanbul’da CHP’ye verdiği destek ideolojik akrabalıktır”.

Erdoğan haksız sayılmaz. Gerçekten de gerek CHP gerekse HDP’nin ideolojik derinliği 1970’lerde sınıf hareketi üzerinden yükselen Türkiye solundan farklı biçimlerde olsa da besleniyor. Ancak 1990’lardan itibaren Baykal ve Ecevit’in emekçi sınıf siyasetinden tümüyle koparak güvenlikçi, devletçi çizgiyi benimsemesi dönemin sosyal demokrat partileri olan CHP ve DSP’yi bölgeden koparıyor. Aynı dönemde yükselen Kürt Hareketinin, yine sınıftan koparak kimlikçi politikaları daha yoğun biçimde benimsemesiyle, hareket, bölgede sosyal demokratların boşalttığı alanlarda nüfuz elde ediyor. Böylece 1970’lerde aynı ideolojik damardan farklı ölçeklerde de olsa beslenen iki hareket, 1990’ların sonuna gelindiğinde sınıf siyasetinden farklı yönlere doğru kopuyor ve tümüyle ayrışıyor. Bugünkü birliktelik de gücünü geçmişte olduğu gibi sınıf eksenli bir ideolojik yakınlaşmadan çok, Tek Adam Rejimi’ne karşı rasyonel temelleri olan bir seçim ittifakından alıyor. Bunun yanı sıra her iki hareketin de ortak özelliği yorumları farklı da olsa seküler bir dünya görüşüne sahip olmaları.

Ancak Erdoğan 1970’lerde takılı kalmış gibi görünüyor. Onun tarih anlatısında 1945 yılı daha dün gibi… Hemen her gün diline, Cumhuriyet dönemini doluyor, bir boş gösteren olarak tek parti dönemini anlatıp duruyor. O günleri yaşayıp da hafızasını tazeleyebilen kişi sayısı azdır. Halkın tarih bilincinin de zayıf olduğu düşünülürse, İslamcı manipülasyon ülkedeki tüm kötülükleri, tek parti döneminin sorumluluğuna yüklemeye çalışıyor.

İslamcı tarih okuması 1945’i dün gibi hatırlamasına rağmen, sonrasını ise unutmuş durumda. 1945 ile başlayıp 1990’a kadar devam eden Soğuk Savaş dönemi bu tarih anlatısında neredeyse tümüyle gizleniyor. Erdoğan’ın anlattığı hikâyede, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milli Türk Talebe Birliği, Körfez’den İslamcılara akan petrodolarlar, 6. Filo, ABD ile İslamcılar arasında bu dönemde tesis edilen işbirliği, Müslüman Kardeşler, yeşil kuşak projesi yok. Erdoğan, Türkiye’deki sermaye sahiplerinin, Ordu’nun ve ABD’nin İslamcılara dönük desteğini tümüyle atlıyor. Bu sayede İslamcılık sanki ezilen halkın dinini yaşaması için mücadele eden, aslında çevrede konumlanan ve Kemalist elitlerin tuttuğu merkeze karşı mücadele eden şövalye ruhlu bir ideoloji olarak tanıtılabiliyor. 1945’te kesilen tarih yeniden 1990’da başlıyor. İslamcılık ideolojik çekirdeğini 1945 öncesine olan eleştirisine, kitle tabanını ise 1990 sonrasında Milli Görüşçü belediyelerin başarı hikâyesine dayandırıyor. “1994 Ruhu” dedikleri ise İslamcı dar kadronun, geniş kitlelerle buluşması olarak yorumlanıyor.

Ancak bugünlerde İslamcılığın kitle tabanı giderek kötüye giden ekonomi nedeniyle çözülmeye başlamış görünüyor. Erdoğan ise ekonomiyi yoluna koyma hedefinin gerçekçi olmadığını fark etmiş olacak ki, kitle tabanındaki çözülmeyi ideolojik yoğunlaşma ile tutmaya çalışıyor. İçki ve müzik yasaklarından, Diyanet’in artan önemine, Ayasofya’nın açılmasından, Taksim Camii’ne kadar iktidarın elinde ideolojik yoğunlaşmadan öteye geçen bir politika kalmamış durumda. Ancak buna rağmen kitle tabanındaki çözülmenin durmaması, İslamcılığın bu topraklardaki geniş kesimlerin hayatı kavrama biçimine ne kadar aykırı olduğunun en somut göstergesi. AKP, İslamcı kimliğine sahip çıktıkça, geniş kesimlerin gözünde marjinalleşiyor, merkezden uzaklaşıyor, yönetme kabiliyeti azalıyor ve zora başvuruyor.

İslamcılık, komünizme karşı konumlandığı için Türkiye’nin yerleşik düzeni tarafından 1950’lerden itibaren artan yoğunlukta desteklenmiş, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra içindeki radikal unsurlar, ABD ve AB tarafından ustaca ayıklanmış, geriye kalan “Ilımlı” unsurlarına da Türkiye’nin neoliberal dönüşümünde görev verilmiş bir ideoloji. Kitle tabanını, köyden kente göç etmek zorunda bırakılmış, kentte hemşerilik ilişkileri gibi dayanışma çemberleri içinde yaşayabilen, kentli yerleşik sınıflardan kültürel olarak ayrışmış, yıllar içinde küçük varlık sahibi haline gelerek muhafazakarlaşmış geniş kesimler oluşturuyor. 70 yıldır yükselen ve Türkiye’nin yerleşik düzeninin parçası olan, son 20 yıldan beri hükümet olan, uzunca bir süredir ülkenin politik merkezini neredeyse tek başına elinde tutan bir siyasal akım, bu kadar sürenin sonunda arkasında bir enkaz bırakmış durumda. Enkazı gören Erdoğan ise suçu çaresizce 1945 öncesine atmaya çalışıyor.

Erdoğan’ın CHP ve HDP’yi ideolojik akraba olarak değerlendirmesinin arka planında Soğuk Savaş konjontüründeki İslamcı tedrisatın izleri bulunuyor. O tedrisat Naziler’den, ABD’ye ve Körfez İslamcılığına uzanan anti-komünist bir tarih bilincinin eseri. Böylesi sağ bir ideolojiden Türkiye’ye demokrasi getirebilmesinin beklenmesi ise ülke aydınının ayrıca değerlendirilmesi gereken yapısal sorunu.