Erdoğan’ın hikâyesi çalışırsa, sağ seçmen ekonomik krizi tali bir sorun gibi görecek ve karşı tarafa olan nefret “Reis”i ayakta tutacak. “Camilerimizi yaktılar” iftirası muhafazakâr-milliyetçi kesimlerde canlandırılmak istenen nefret yangınını harlamak için tedavüle sokuldu.

Erdoğan’ın son sığınağı
Fotoğraf: AA

Berkant GÜLTEKİN

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en keskin virajlarından birine doğru ilerliyor. 21. yüzyıldaki en büyük krizini yaşayan ülke ekonomisi ise tabiri caizse delik deşik halde. İktidarın “çözüm” diye sunduğu planlar bir avuç zenginin ve “birinci halka”daki rant çevresinin cüzdanını şişirmeye devam ederken, derinleşen hayat pahalılığı halkı yoksullaşma merdiveninde her geçen gün bir basamak daha aşağı indiriyor.

AKP ve Erdoğan, ilk kez böylesi zor bir durumla karşı karşıya. Birileri geçmişteki yalancı baharı kendi başarısıymış gibi göstermeye çalışadursun, “gelişmekte olan ülkelere” kredilerin aktığı, para bolluğunun yaşandığı ve yabancı sermayenin Türkiye’ye akın ettiği günler geride kaldı. Kapitalist sistem artık öyle işlemiyor. Memlekette satılacak/özelleştirilecek kamu kurumu da kalmadı. Gelen sıcak paranın betona gömülerek heba edildiği, tarımı bitik, sanayisi sürünen, işsizliğin zirve yaptığı bir ülkede, iktidarda bir gün daha kalabilmek için halka ne vadedebilirsiniz?

Her şeyin daha da kötü olacağını düşünen toplumsal kesimlere geleceğe dair bir umut veremeyen Erdoğan için bu sorunun cevabı “baskı”, “korku” ve “kutuplaştırma.” Gezi Direnişi’ne yönelik sertleşen üslubunun altında da bu yatıyor. Seçim sürecinin ilerleyen safhalarında dilinin daha da keskinleşeceğine, ayrımcı, dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı açıklamalarının sayısının artacağına şahit olacağız.

“Ülkeyi demokratikleşme” söyleminin hegemonik etkisini yitirdiği günden bu yana Erdoğan’ın yönetme stratejisi şu mantığa dayanıyor: Dindar-milliyetçi taban, bu ülkenin yüzde 60’ını temsil eder. Eğer bu tabanın tek temsilcisi olunursa ve ülkede kimlik siyasetine dayalı kutuplaştırıcı bir iklim hâkim kılınırsa, halkı akıl değil duygular, yani korkular yönetir. Dolayısıyla sağ taban, “iyi olanı seçmek” ya da “kötü olanı cezalandırmak” gibi demokratik reflekslerden ziyade, kendi varlığını korumayı vadeden ve kendisine benzeyen otoriteye sığınma ihtiyacı hisseder. Erdoğan da bu yüzden kendi yönetiminin ne kadar “iyi” ve “umut verici” olduğu yönünde birtakım iddialar dillendirmek yerine, iktidara talip olan güçlerin muhafazakâr-sağ tabanın varlığı için “büyük bir tehdit” olduğuna etki alanındaki toplamı inandırmaya çalışıyor; “Mesele ekonomi değil, beka” diyor.

Türk sağı ve siyasal İslamcılık, 27 Mayıs ve 28 Şubat gibi süreçleri “tarihi mağduriyet” anlatısını beslemek için kullanarak “millet” kavramını ideolojik bir çerçeve içinde şekillendirir. Bu akımlara göre millet, kavramın ilk algılanışta yarattığı etki kadar geniş ve sınırsız değildir. Millet, Batılı olarak görülen yaşam tarzına, modernizme, çağdaşlığa, laikliğe, daha da sadeleştirerek söylersek Cumhuriyet değerlerine mesafeli kesimleri kapsar ve sadece bundan ibarettir. Milletten geriye kalanlar ise ülkeyi dize getirmek, ümmetin ahlakını çürütmek ve inancını yok etmek isteyen dış güçlerle işbirliği halindeki iç güçler veya bilerek ya da bilmeyerek bu güçlerin etkisi altında olan sıradan kimselerdir. 27 Mayıs ve 28 Şubat, bu ülkenin değerlerine yabancı iç güçler tarafından tertiplenmiş ve milletin iradesi yok sayılmak istenmiştir.

İşte Erdoğan’ın Gezi’ye yaklaşımı da bu tarih okumasındaki bir durağı, daha doğrusu “son sığınağı” temsil ediyor. Gezi’ye dair söylediği aşağılayıcı sözlerin ana hedefi, muhalefeti kışkırtmaktan çok sağ seçmeni “iç düşmana” karşı tahkim etmek ve sürekli teyakkuzda tutmak. Bu yüzden Erdoğan, kemik seçmeni olarak gördüğü kitlenin dikkati ne kadar ekonomik sorunlara kayarsa ve ülkedeki hayat pahalılığı gündemi ne kadar işgal ederse, o kadar fazla Gezi’ye ve Gezi’nin temsil ettiği değerlere vuruyor. Tüm matematik hesaplarını, Gezi üzerinden izlediği kutuplaştırıcı siyaset sayesinde, sağ seçmenin muhalefet cephesine kaymasını engellemek üzerine kuruyor. Hikâyesi çalışırsa, sağ seçmen ekonomik krizi tali bir sorun gibi görecek ve karşı tarafa olan nefret, “Reis”i ayakta tutacak. Kabataş uydurması ve “Camide bira içtiler” yalanının ardından “Camilerimizi yaktılar” iftirası da muhafazakâr-milliyetçi kesimlerde canlandırılmak istenen nefret yangınını harlamak için tedavüle sokuldu.

Hal böyleyken, muhalefetin Gezi’yi nereye koyacağı, Erdoğan’ın geliştirdiği kutuplaştırıcı ülke ortamında direnişi nasıl ve hangi argümanlarla sahipleneceği gibi soruların üzerinde durmakta yarar var. Muhalefet içinde Gezi’ye dönük farklı yaklaşımlar göze çarpıyor. Bir kesim, “Erdoğan’ın tuzağına düşmemek” ve “karşı mahalleyi korkutmamak” adına, Gezi’yi yüksek sesle savunmamaktan ve muhafazakâr kesimlerin endişelerini gözetmekten yana. Bu anlayışa göre, Erdoğan’ın elinden kutuplaştırıcı enstrümanlar alınırsa, toplum bütünüyle ekonomiye odaklanacak ve bu gidişat AKP iktidarının sonunu getirecek.

Fakat burada büyük bir problem var. Gezi’yi yok saymak, Türkiye tarihinin en kitlesel, çoğulcu, demokratik ve ilerici karşı çıkışlarından birine sırt çevirmek anlamına geliyor. Eğer “ülkeyi düzlüğe çıkarmak”, sadece ekonomide bazı işleri yoluna koymaktan ibaretse, buradan düzlüğe değil anca gelecekte daha büyük krizlerin yaşanacağı, paylaşım sorunun çözülemeyeceği, ülkenin demokrasi ve özgürlükler konusunda yerinde sayacağı sonu hüsran bir yola çıkılır.

Türkiye’de eşit, adil ve özgürlükçü bir düzen kurmaya aday olan aktörler Gezi’yi dışlayamaz; dışlayan da yeni bir düzen kurma iddiasına sahip olamaz. Gezi’nin anlamını ve bünyesinde barındığı değerleri Erdoğan’ın diline bırakan, direnişin gerçek karakterini savunma çizgisinden ödün vererek bu durumu kabullenen ve muhafazakâr tabanın sınıfsal karakterini ortaya çıkaracak politik hareket planı geliştirmek yerine, sağcılığı toplumun “doğal kimliği” olarak gören akıl, hiç doğru bir pozisyonda durmuyor.

Siyaset, bir hegemonya mücadelesidir. AKP’nin Türkiye’yi politik, ekonomik, insani ve ahlaki bakımdan getirdiği karanlık noktanın karşısına, Gezi’de vücut bulunan medeniyet değerleri konulamıyorsa ve bu meşru, kapsayıcı zeminden bir kontra hegemonya geliştirilemiyorsa, ülke ve toplum düştüğü çukurda debelenmeye devam edecektir. “Gezi nefreti” Erdoğan’ın son sığınağıysa, “Gezi Ruhu” da muhalefetin sihirli değneği olmalıdır.