İslamcı faşizm dinlediğimiz müzikten, kılık kıyafetimize, içtiğimiz içkiden inanıp inanmadığımız her şeye, doğrudan gündelik hayatımızın her alanına sirayet etmiş durumda.

Erdoğan sonrası bugünden başlar
SOL Parti yurdun dört bir yanında Erdoğan rejimine ve tahribatına karşı sokağa çıktı. (Fotoğraf: BirGün)

İlda Alçay Sepetoğlu

Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimine doğru adım adım ilerliyoruz. Ancak iktidara talip düzen muhalefetinde yaprak kımıldamıyor. En başından itibaren AKP sonrası, yalnızca seçim meselesi üzerinden, sandıktan çıkacak oy hesabına bağlandı. Oysa tarihin böylesine önemli bir döneminde, fiili şeriat rejiminin kurumsallaştığı, neoliberalizmle harmanlanmış siyasal İslamcılığın hayatımızı gasp ederek toplumsal çözülüşü hızlandırdığı bir anda önümüzde bazı sorular duruyor.


Öncelikle bu seçim olağan koşullarda demokratik bir seçim olmayacak. Türkiye 20 yıldır adım adım kurumsallaşan fiili bir şeriat rejimiyle yönetiliyor. İslamcı faşizm dinlediğimiz müzikten kılık kıyafetimize, içtiğimiz içkiden inanıp inanmadığımız her şeye, doğrudan gündelik hayatımızın her alanına sirayet etmiş durumda. Yakın zaman öncesinde memleketin en büyük şehrinin belediye başkanına, Ekrem İmamoğlu’na yönelik hapis cezası ve siyasi yasak bunun en net örneğidir aslında. Muhalefetten yükselebilecek her türlü ses bastırılmaya ve en ağır koşullarda cezalandırılmaya çalışılıyor. Halkın örgütlü her sözü zapturapt altına alınmaya çalışılıyor. Dolayısıyla bu seçimler faşizm koşullarında, halkın yalnızca önündeki seçenekleri tercihine dayalı bir oylamadan ibarettir.

O halde önümüze çıkan ilk soru şudur; Kimi ne için hangi ilkelerde uzlaşarak seçeceğiz? Faşizm sandık başında oylanır mı? Buradan seçimlerin yapılmamasına dair bir sonuç çıkmamalı. Seçimlerin yapılması elbette önemlidir. Ancak bir sabah uyanıp evlerinden çıkan yurttaşların nasıl, hangi şartlarda kurulacağı dahi belli olmayan sandıkların başında oy vermelerinden ibaret bir siyasal katılım tek başına demokratik bir yol değildir. Dahası bugün yaşadığımız toplumsal çözülme, iç içe geçen çoklu krizler bir oy pusulasındaki adayların kim olduğuyla değişemeyecek boyutta.

Yaşadığımız kriz sadece Türkiye’de rejim bağlamında bir sorunu değil aynı zamanda kapitalist sistemin küresel krizini de yansıtıyor. O halde bir diğer sorumuz şu olmak zorunda: Yaşadığımız kriz siyasal kurumsal bir iflasla mı, yoksa toplumsal çözülmeyle mi ilgili? Her ikisi de birbiriyle ilişkili olsa da temelinde hem ekonomik bunalım hem de burjuva siyasal kurumların iflasıyla kapitalizmin küresel krizi yatmaktadır.

Dolayısıyla yalnızca parti liderlerinin performanslarına dayalı bir seçim süreci değil, halkın kendi sorunları etrafında örgütlendiği, sorunların çözümünde kısa veya uzun dönemli seferberliklere dönüştürüldüğü bir çağrıya mutlak surette ihtiyaç vardır. Toplumsal sorunun siyasallaşması, siyasallaştıkça özneleştiği bir sokak muhalefeti ancak yarının kurucu iradesi olacaktır. Bunun gerçekleşebilmesi ise kaybettiğimiz yurttaşlık bilincinin yeniden kazanılmasındadır. İslamcı neoliberalizmin parçaladığı -etnik köken, din, dil, kültürel kimlik vb. üzerinden ötekileştirerek kategorileştirdiği- toplumsallığı, emekçilerin hakları üzerinden yeniden örgütleyen; AKP’nin gerici-dinsel pratiklerle iktidarın ümmet haline dönüştürdüğü yurttaşlık bilincini -sadece seçim dönemleri oy veren bir toplam olarak değil- insanların her düzeyde yönetime doğrudan katılabildiği bir zeminde yeniden inşa etmek gerekir.
Bunu inşa edemediğimiz noktada, halkın tamamen ilkesiz bir çıkar ortaklığı üzerinden kendiliğinden bir sabah kalkıp 20 yıllık faşizmi yıkmasını beklemek, yalnızca matematik hesaplarına dayalı bir tutum siyaset biçimi olamaz.

Geçmişte de birçok kez gördük ki halk AKP faşizme ve vahşi neoliberal politikalar etrafında örülmüş bir yoksulluğa karşı tek başına bırakıldığında kazanan hep İslamcı neofaşizm oldu. Yalnız Türkiye’de değil Fransa’da İtalya’da politik alanın sterilize edildiği, toplumun dağıtıldığı her defada faşizm alan kazandı.

Şimdi Örgütlü Mücadele Zamanı

Fakat Türkiye bugün ‘yine yenil daha iyi yenil’ noktasında değil. Önümüzde iki temel hedef var esas olarak. İlki kuşkusuz AKP’nin ve Erdoğan’ın geriletilmesidir. Ancak bundan daha önemli olan ikinci hedef ise her durumda ‘Erdoğansız AKP rejimini’ hedefleyen 6’lı Masa'nın iktidarı durumunda da halkın kendi öz örgütlenmesinin sokakta yeniden inşa edileceği bir döneme hazırlık yapılmasıdır.

Yani mesele yurttaş olmanın en biricik temeli olan hak arama mücadelelerinin güçlü bir sesini kurabilmektir. Bu çok kolay bir iş değil. Bu, bugünün Türkiye’sinde, belki de önümüzdeki on yılı yirmi yılı kurma mücadelesi. Fakat nasıl bu iki hedefi birbirinden ayıramıyor isek geleceğin mücadelesi de ancak bugünden attığımız adımlarla kurulabilecektir. Burada şüphesiz en büyük görev sosyalist sola düşüyor. Daha iyi bir Türkiye’yi, kulların ümmetlerin tek başına bırakılmış bireylerin ve tek başına kaderimizi teslim alanların ülkesi olmaktan çıkarıp, halkın yurttaşların ülkesini kurma mücadelesi bugün en aciliyeti sorumluluktur. İktidarı gönderme meselesini yalnızca Erdoğan’ın gitmesi üzerinden değil bir rejim ve sistem meselesi olarak, geleceğin Türkiye’sini kurma mücadelesiyle iç içe düşünmezsek bugün bu garabet rejimden kurtulma aşamasını da tehlikeye atmış oluruz. Bu sebeple örgütlü ilkeli kendi gücüne ve haklarına sırtını yaslayan bir gelecek için yolumuzun gittiği her yerde solumuzu örgütleyerek yola çıkmak zorundayız.

Tarihe not; bugün SOL Parti’nin 2'nci Olağan Kongresi'ne denk geliyor. Yola çıkanlara, yoldan yürüyüş öğrenenlere ve umutlarımızı örgütlemeye çalışan arkadaşlarımıza selam olsun. Can Yücel’in dizeleri de onlar için yarına kalsın:

O çocuklar
O yapraklar
O şarabi eşkıyalar
Onlar da olmasalar benim gayrı kimim var?