İnsan beyni Marcuse’un sözünü ettiği sosyalist düzeni ayakta tutacak paylaşımcı özelliklere sahip mi, yoksa, bencil bir tüketici olmaktan başka bir dünya hayal edemeyen egoist zihnimize en uygun düzen içinde bulunduğumuz kapitalizm mi?

‘Eros ve Uygarlık’ın evrimle sınavı: Biyolojik alturizm, bencil gen ve Marksizm

Dr. YALIN GÜNDÜZ
Alman Merkez Bankası (Deutsche Bundesbank) Kıdemli İktisatçısı

İnsanoğlu, özünde bencil bir yaratık mı? Sosyal paylaşıma dayalı bir siyasi yapı, sahiplenmeyi ve tüketmeyi seven, egoist insanın yaradılışına aykırı mı? Bu sorulara cevap ararken Frankfurt Okulu'nun klasiklerinden olan ve Avrupa'nın 68 kuşağı ile ses bulan Marcuse'un Eros ve Uygarlık adlı eserine değineceğim bu haftaki yazımda. Konunun öncüsü olan “1968’den 2018’e Eros ve Uygarlık” adlı yazım iki yıl önce Libido dergisinde yayınlandığında aldığım yorumları ve soruları yanıtlamak için o yazımdan alıntılar yapacağım ve bizimle beraber bu yanıtları arayan disiplinlerarası sosyobiyoloji biliminden bahsedeceğim.

22 Eylül 2020 tarihli BirGün yazımda kapitalizmin evrimini irdelerken konu gelip insan arzularının doyumuna ve sinirbilime dayanmıştı. Geçmişe dönüp bakarsak psikolojiyi siyaset bilimiyle disiplinlerarası bir şekilde inceleyen en değerli örneklerin II. Dünya Savaşı'nın ölü toprağını üzerinden atmak istenirken verildiğini görürüz. Geç dönem Frankfurt Okulu’nun Herbert Marcuse, Erich Fromm ve Wilhelm Reich gibi düşünürleri sosyalist düşünceye Freud'un ortaya koyduğu psikanalitik temellerle bakışı esas alıyorlardı. Özellikle Fransa ve Almanya'daki devrimci hareketler, Marcuse'un Freudyen açılımını sahiplenerek sol düşünceye yeni bir boyut katmıştı.

Ne anlatıyordu Eros ve Uygarlık'ta Marcuse? Sigmund Freud'un yaşamsal bir içgüdüye karşılık kullandığı Eros’tan bahsetmek gerekiyor önce. Eros’umuz uygarlığın gereksindirdiği normlara aykırı bir yaradılıştaydı Freud’a göre: "Uygarlık insan içgüdülerinin sürekli boyun eğdirilişi üzerine kurulmuştur" diyordu, en önemli eserlerinden biri olan Uygarlığın Hoşnutsuzluğu'nda. Çağdaş uygarlığın bizi sürüklediği düzen tam gün çalışmaya, yasalara ve tek eşli üremeye bizi güdümlü kılarak en içgüdüsel kimlik merkezimiz olan "id"i dize getirmişti. Sosyal kimlik katmanı olan ve sosyal normların kimliğe yerleşmesini sağlayan "süperego"nun baskısıyla, ana kimlik katmanı olan "ego", içgüdüsel merkez olan "id" üzerinde egemenlik kuruyor, ona boyun eğdiriyordu.

Uygarlığın ve toplumsal yaşamın oluşması sürecinde insan ertelenmiş, kısıtlı ama güvenceli haz için içgüdüsel id merkezinin talep ettiği anlık ve belirsiz hazdan vazgeçmeyi öğrenmiş; alan darlığı ve hammadde kısıtlılığı insanlara içgüdüsel dürtülerini özgürce doyuramayacaklarını, sınırsız haz ilkesi hedefiyle yaşayamayacaklarını kabul ettirmişti. Çalışma olmaksızın yaşamı sürdürmeye yeterli ürünleri olmadığından toplum, onların cinsel etkinliklerden çekilerek çalışmaya yöneltilmesini sağlamış, libidonun bastırılarak yararlı toplumsal etkinliklere bir tür dayatma ile saptırılışı, uygarlık ve kültürel düzeni oluşturmuştu.

Bu noktada, Frankfurt Okulu'nun Herbert Marcuse ve Wilhelm Reich gibi düşünürleri, Freud'un uygarlığın bireyler üzerinde kurduğu hegemonyayı Marksist fikirlerle örtüştürerek bir sentez önerdiler. Kapitalist düzenin çalışanlar üzerindeki denetimi tam da Freud'un bahsettiği bir tür libidinal baskılama mekanizmasını kullanıyordu. Çalışma hayatı saldırgan bir libidinal enerjinin boşalımı için olanak sağlamakta, ve bu enerjiyi satılabilir bir ürüne dönüştürmekteydi. İnsan kendi emeğine ve de iç yaşamsal enerjisi olan Eros’una yabancılaşmış, uygarlığın çarkları arasına sıkışmıştı.

"İzini kaybettiğimiz, baskıladığımız iç çocuğu kurtarmak mümkün mü?" sorusuna cevap arıyordu Eros ve Uygarlık’ta Herbert Marcuse. Bu fasit daireden çıkış yolunu şöyle sunuyordu: Yabancılaşmış emek, yabancılaşmamış libidinal çalışmayla yer değiştirmeliydi. Sanılanın aksine, "cinselliğin kendini yüceltişi" kuramı ile libidonun salıverilişi değil, dönüşümü önerilmekteydi. Bu, libidonun toplumsal ilişkiler üzerine yayılmasıydı. Marcuse’un önerisi açıktı: İnsan emeği, sanat ve benzeri yabancılaşmamış libidinal çalışmayla kendine özgür bir düzen yaratmalıydı. Kurumsallaşmış baskı karşısına bir tek sanat insanı özgür bir özne olarak çıkarıyordu.

Marcuse, ürün hedefi olmadan topluma aynı katkının oyunsal deneyimlerle sağlanmasını öneriyordu. Sosyal yapı dönüştüğünde toplumsal koşullar, çalışmanın oyuna dönüşmesi için içgüdüsel bir temel yaratacaklardı. Bu düşüncede doğa bir egemenlik ve sömürü nesnesi olarak değil, ama insanların "oyunlarıyla" büyük bir bahçe olarak düşünülmeliydi. Yıkıcı libidinal enerji kendine geniş bir oyun alanı yaratıyordu böylece. Kurulması önerilen sosyalist yapı ile toplumsal ürün gereksinime göre dağıtılacak ve işlevler bireysel yetilere ve eğilimlere göre saptanacaktı. Marcuse, bu tür sosyalist bir düzenle bizi güden güçlü bir baskının olmadığı bir toplum yaratılabileceğine inanıyordu. Marcuse’un bu mesajını Avrupa'da yerin yerinden oynadığı yıllarda 68 kuşağı aldı ve Vietnam Savaşı’na karşı ünlü sloganını yarattı; Make Love Not War! (Savaşma, seviş). Çiçek Çocukları'na baş ucu olmuş önerileri, bir dönemin ruhunu belirledi ve 20. Yüzyılın en belirgin kitle hareketlerinden birine kılavuzluk etti.

Üzerinden elli yıldan fazla geçmesine rağmen Marcuse’un görüşleri farklı açılardan masaya yatırılmayı hak ediyor: En temel bakış açısıyla düşünürsek, Freud'un teorilerindeki kavramların fizyolojik özellikleri, beynimizin biyokimyasal merkezleriyle örtüştürülerek önerilen siyasal modellere nörolojide yer bulmak mümkün mü? Diğer bir deyişle, insan beyni Marcuse’un sözünü ettiği sosyalist düzeni ayakta tutacak paylaşımcı özelliklere sahip mi, yoksa, bencil bir tüketici olmaktan başka bir dünya hayal edemeyen egoist zihnimize en uygun düzen içinde bulunduğumuz kapitalizm mi? Yazımın bundan sonraki kısımında Marcuse'un sosyalist-Freudyen yaklaşımının biyolojik olarak ne kadar olası olduğunu tartışmaya açmak istiyorum.

Marksist düşünce sistemine yönelik en temel eleştiri, insanın bencil yapısından dolayı özel mülkiyet ve tüketim iştahını yok etmesinin mümkün olamayacağı yönünde oldu. Freud’un Ego ve İd (The Ego and the Id) adlı eserinde betimlediği süreçte insanın temel ihtiyaçlarını gerçekleştirme güdülenmesi, Maslow'un meşhur ihtiyaçlar piramidi ile daha geniş bir çerçevede irdelendi. Freud’un tanımladığı şekliyle libidinal enerji merkezi düşüncesi, aslında temel dayanak olarak Darwin’in türün devamını getirecek üreme amaçlı güdülenme fikrine yaslanıyordu. Maslow ise gıda, üreme, barınma gibi temel ihtiyaçların sağlandıktan sonra sıranın daha kişisel ve sosyal ihtiyaçlara geleceğini söylüyordu.

Konuyu 1975 yılında yazdığı Sociobiology: The New Synthesis (“Sosyobiyoloji: Yeni bir Sentez”) adlı kitabıyla neo-Darwinci bir açıdan inceleyen E. O. Wilson, disiplinlerarası yepyeni bir bilimsel alana öncülük etti. Çalışmalarıyla belirli insan davranışlarının sahip olmuş olabileceği evrimsel avantajları göz önüne alarak topluluklarda yerleşmiş egemen davranışları açıklamaya çalıştı. İnsan davranışlarının da doğal seçilim ve kalıtım yoluyla nesilden nesile evrimleştiğini söylüyordu Wilson. Bu çerçevede bugüne kadar genleri ulaşabilen atalarımız, kendi türünün devamı konusunda bencil ve çocuğunu yeni nesle dayanıklı yetiştirebilen kişilerdi. Bencil olmayan, kendisininki yerine, karşısındakinin ya da topluluğun çıkarına öncelik veren, atalarımızla aynı zamanda yaşamış diğer “alturistik” bireylerin genleri ise “yeterince bencil olmadıklarından” bir sonraki nesle ancak şans eseri aktarılmaktaydı.

Stanford Üniversitesi’nin felsefe sözlüğünün tanımına göre “biyolojik alturizm”, kendi neslinin devamını engelleme pahasına topluluktaki başka bireylerin çıkarını gözetme olarak tanımlanıyor. Hayvanların dünyasında halen biyolojik alturizme rastlanabiliyor: Bazı maymun türleri, tehlike anında yüksek sesle bağırıp diğer maymunları uyararak tehlikeyi üzerlerine çekme pahasına alturistik davranış gösteriyorlar. Alturizmin en güzel örneğine arı kovanındaki işçi arılar da verilebilir: Kendileri steril olsalar bile, yaşamları boyunca kraliçe arının kovandaki ihtiyaçları için çalışmaları en üst düzey alturizm sayılabilir. Hatta ve hatta, kovana yaklaşan tehditlere karşı iğnelerini bir kerelik olsun kullanan bal arılarının bağırsaklarının zarar görmesi sonucu can vermeleri doğanın en trajik alturizm örneklerindendir.

Darwinci bakış açısından, alturistik davranışın günümüze kadar ulaşması ilk başta sürpriz gibi görünüyor. Örneğin, başkalarını uyarmak için bağıran maymunun potansiyel olarak saldırılan ilk grup üyesi olma durumu, onun genlerindeki paylaşımcı davranışın günümüze kalıtsal olarak ulaşamaması gerektiğini düşündürtebilir. Bunun sebebi, tehlikeyi fark eden ama bu bilgiyi bencilce kendine saklayacak maymunun hem kendi yaşam şansını arttıracak olması hem de diğer maymunların bağırarak kendisini uyarmalarından faydalanacak olmasıdır. O halde, tehlike anında bağırarak uyarma davranışı, evrimde nasıl ortaya çıktı? Alturizm, Darwinci görüşle birleşebilir mi?

Darwin, bu konudaki görüşleriyle de “grup seçilimi” fikrinin ilk temellerini atmıştı. Seçilimin sadece bireysel değil, bağlı olduğumuz grupla beraber olduğunu ileri sürüyor, içlerinde birbirini uyaran maymunların olduğu topluluğun, birbirini hiç uyarmayan maymun topluluklarına göre evrimde daha avantajlı olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla içinde alturistik bireyler taşıyan topluluklar, bu bireylerden mahrum olan topluluklara göre evrimde seçiliyor, o toplulukların genleri günümüze ulaşıyordu. Ne var ki, ülkemizde de büyük beğeni ile okunan Richard Dawkins’in 1976 tarihli The Selfish Gene (“Bencil Gen”) eserinde de tanımlandığı gibi, tek bir çürük elma tüm sepeti bozmaya yetiyordu: Tamamı alturistik bireylerden kurulu, harmoni ve uyum içerisinde yaşayan paylaşımcı bir topluluktaki bireylerden sadece bir tanesinin bencil, kendi çıkarına ve çocuğuna öncelik veren davranış sergilemesi, o bireyi evrimsel olarak öne geçiriyordu. Zaman içerisinde ise, teorik olarak, o bencil bireyin genleri serpilip çoğalacağından alturistik davranış evrimsel olarak kalıcı olamıyor ve sonuçta topluluk bencil genin istilasına uğruyordu.

Marksist görüş günümüze kadar evrimleşmiş bir insan doğası fikrine kapalı kaldı. Genlerimizin bencillikleri sayesinde evrimde yer edinebilmesi, alturizm temeline dayalı sosyalizme taban tabana zıt görünüyordu. Kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinde özel mülkiyetin hemen yok edilemeyeceğinin farkında olan Marx ve Engels, bu sancılı süreç için eserlerinde geçici bir proleterya diktatörlüğü önermişlerdi. Paylaşımcı, alturistik toplum yapısını oluşturmak için devletin güç kullanması gerekeceği düşüncesi, sosyalizm şemsiyesindeki ülkelerde, sistem muhaliflerine Dawkins örneğindeki sepeti bozan elmalar gibi davranılmasına ve ağır yaptırımlar uygulanmasına dönüştü. Nitekim, Sovyetler Birliği’nin tarihsel evrimi de sosyal-Darwinci düşünceye uygun bir şekilde malum haliyle sonuçlandı. Oysa Freud’un irdelediği çerçevede id merkezinin taleplerini gerçekleştirme hedefli insan, ancak Marcuse’un yukarıda alıntıladığım disiplinlerarası sentezi ile arzu odaklı kapitalist yapıya karşı durabilirdi. Marcuse’un en önemli katkısı, şüphesiz ki sosyalist ideali Freudyen kalıplarla okuyarak ego temelli kapitalist düşünceye karşı argümanlar oluşturmasıydı.

eros-ve-uygarlik-in-evrimle-sinavi-biyolojik-alturizm-bencil-gen-ve-marksizm-802484-1.

Bu yazımda Marcuse’un incelediği süreci evrimsel biyoloji açısından ele almaya çalıştım. Gelecekte insan topluluklarının bencillikten arınmış, paylaşımcı sosyal sistemlerde yaşama hayali için görebildiğim tek yol, nörolojik olarak alturizmin tercih edilebileceği bir beyin yapısına evrimleşmemiz: Örneğin kendimizin olmayan bir bebeği kucağımıza aldığımızda da salgıladığımızın sevgi hormonu oksitosin, acaba evrimsel süreçte seçilerek tüm insanlara karşı olan paylaşımcı davranışlara da yayılabilir mi? Ya da, biz açken elimize bir somun ekmek verildiğini ve bunun tamamını yemek yerine yarısını diğer aç bir insanla paylaştığımızı düşünün. Paylaşımla salgıladığımız sevgi hormonunun insana sağladığı olumlu duygu ile kendi açlık sıkıntımızı unutturacak kadar evrimleşebilir miyiz? Sevgi, merhamet ve paylaşım gibi sosyal duyguların, anne-çocuk sevgi bağının grup seçilimi sürecindeki bir türevi olarak günümüze aktarıldığı düşünülüyor. Yakın zamanda bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar, oksitosin hormonunun da alturistik davranışla istatistiksel bağıntısı olduğu yönde. İnanıyorum ki, insanlar arasındaki sevgi ve merhamet bağlarının biyolojik altyapısı, egonun krallığını uzun bir evrim süreciyle ele geçirebilirse Marcuse’un bize sunduğu dünyanın temelleri de atılmış olacak.

Wilson’ın kullandığı terim olan “Gene-Culture Coevolution” (Gen ve kültürün beraber evrimleşmesi) bu bahsettiğim olasılıkların çerçevesinde, biyolojimizin ve insanlığımızın sıkı sıkıya birbirine zincirli olduğunu söylüyor. Evrimsel biyolojinin, psikolojinin ve siyaset biliminin en güzel kesişimini insanın en yüce uğraşısı sanatta aramalı belki de: Zaten, "Sanat baskılanmışın en görülebilir geri dönüşüdür" dememiş miydi Marcuse? Söylenmesi gerekeni öykücülüğümüzün en önemli ismi, değerli sanatçı Sait Faik tek cümleyle söylemiş bile: “Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”