Erzincan'dan Barış Manço'ya: Afrika'dan geçen uzun bir yol!

MURAT MERİÇ - muratmeric@gmail.com

1985 yazında ailece Erzincan’a gitmiştik. Öncesinde gördüğüm Ankara ve Konya’yı, bir de Samsun’u merkeze alarak Sinop - Giresun hattına yaptığımız yolculuğu saymazsak, memleketin doğusuna doğru çıktığım ilk yolculuktu. Çanakkale - İzmit arasında geçmişti hayatım. 13 yaşındaydım. Erzincan uzaktı, ulaşılmazdı. Tarih dersinde bize okutulan 1939 depreminden ve okul kitaplarında olmayan bir şiirde okuduğum dört dizeden ibaretti: “Gönül verdin derlerdi o delikanlıya / En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya / Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın? / Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın?” Bu dizeleri de o dönem çok popüler olan bir filmden biliyordum: Yavuz Turgul’un yönettiği, sinemada izlediğim ilk “yerli” filmlerden biri olan “Fahriye Abla”. Müjde Ar’a tutkundum, film (aslında elbette Müjde Ar) aklımı başımdan almıştı ve oraya gittiği için Erzincan’dan nefret etmiştim! Filmin, Ahmet Muhip Dıranas’ın meşhur şiirinden uyarlandığını bu sayede öğrendim. Kaseti de çıkmıştı, memlekette yayımlanan ilk film müziklerinden biriydi ve asıl şarkıyı Özdemir Erdoğan söylüyordu. Bu dizeleri de ilk onun sesinden duydum. Timur Selçuk, henüz bu şiiri bestelememişti. Bugün Erzincan denince uzak bir duygu geliyor aklıma: Sevda, belki de en yakında.

Yakın mı, uzak mı, siz karar verin: İzmit’te oturuyorduk, yeni taşınmıştık. Eniştem trafik polisiydi ve Konya’dan Erzincan’a tayin olmuştu. “Tatilde gelin, burası çok güzel” dedi teyzem, okullar kapanınca gittik. Yol tam olarak 24 saat sürüyordu. 302S Mercedes’ler yeni gelmişti ve “konforlu” otobüslerde seyahat etmenin tadı başkaydı. Başta eğlenceliydi yol ama sonra çok sıkıcı oldu. Bitmiyordu. Plakalardan fal tuttuk, “tek mi çift mi?” oynadık kardeşimle, enteresan otobüs firmalarının isimlerini deftere not aldık, olmadı. Akdağmadeni’ne geldiğimizde uyumuş uyanmış, buna rağmen harap olmuştuk ve yolun daha yarısında olduğumuz gerçeği tokat gibi çarpmıştı yüzümüze. 24 saat sonra Erzincan’a indiğimizde, bitkindik. İlk gün öyle geçti. Sonrası bir şenlik havasındaydı ama: Ekşisu’dan şelaleye, bir yandan Erzincan’ın tarihi ve turistik yerlerini gezerken, diğer yandan ailece hasret gideriyorduk. “Genç”tim, uçarıydım, “yabancı müzik” dinlemeye yeni başlamıştım ve o yaz, “bütün zamanların en acayip olayı” gerçekleşmişti: Live Aid konseri.

Bob Geldof’un mucizevi adımıyla gerçekleşen konserin tarihi, 13 Temmuz 1985. Erzincan’da heyecanla TRT’den izlediğimi, teyzemin verdiği teyp kasetine bir bölümünü kaydettiğimi biliyorum. O kaset çoktan kayboldu ama hatırası taze: Konsere adım adım yaklaşırken -ki bütün macerayı Hey dergisinden takip etmiştim- heyecanlıydım. “We are the World”, Mart ayında yayımlanmış, bütün dünyayı etkisi altına almıştı. Klibindeki Bruce Springsteen - Stevie Wonder “atışması”nı çok sevmiştim. Yıllar sonra, Springsteen ve Wonder’ı birkaç hafta arayla canlı dinlediğimde, aklımda hep bu görüntü vardı. Michael Jackson’ın büyük şatafatla, Bob Dylan’ın ise sessizce klipte belirmesi de unutamadıklarım arasında. Geçtiğimiz günlerde Koray Löker hatırlattı: 28 Ocak 1985’te kaydedilmiş bu şarkı, bundan tam 30 yıl ve dört gün önce.

Erzincan’da karşılaştığım, sadece Live Aid fırtınası değildi. Barış Manço’nun yeni albümü “24 Ayar”ın haberi de Erzincan’dayken bize ulaştı. Albümden dinlediğim ilk şarkı, “Gibi Gibi”ydi: Teyzemin evinin salonunda, hayranlıkla dinlerken elektrik kesilmişti, tadı damağımızda kalmıştı. İlk öpüşme gibiydi; ürkek, sıcacık ama tanıdık; bitsin istemediğimiz halde biten… Otuz yıl sonra, Mehmet Erdem, yeni yorumuyla bu “ilk öpüşme”yi yeniden yaşattı. Bir anda karanlık oldu ortalık ve sonrasında çalan, heyecanlandıran üçüncü şarkıydı bu.

“Gibi Gibi” şahaneydi, evet ama albümü aldığımda asıl takılacağım şarkının “Lahburger” olduğunu henüz bilmiyordum. İzmit’e döndüğümde yaptığım ilk iş, “24 Ayar”ı almak oldu. İkinci yüzde “Lahburger”e takıldığım için albüm ilk dinlemede bitmedi. Kaseti başa sarıp tekrar tekrar B yüzünün ilk iki şarkısını dinlediğimi hatırlarım: “Gibi Gibi” ve “Lahburger”. Doğu - Batı ayrışmasını, memlekette yeni popüler olan hamburger ve eski gözağrımız lahmacun üzerinden anlatıyordu Manço. Hamburgere övgü düzerken çalan rock’n’roll, lahmacun faslında yerini oryantal bir ezgiye bırakıyordu. Şahane bir hikâyeydi bu; tefrika gibi: “Evvel zaman içinde kalbur saman içinde / Kaf dağının ardında uzak bir ülkede / Kozu paylaşmak için iki düşman kabile / Seçtiler iki civan sürdüler meydane…” Civanlardan biri, “gençliğin sevgilisi, sevdanın yanık sesi” hamburger, diğeri, “edalı işveli, şifalı cilveli” lahmacun. Şarkı, dört bölümden oluşuyordu ve sonuncu bölümün adı, “Kıssadan Hisse: Lahburger Bebek”ti: “Bu öykü böyle gider başı sonu bilinmez / Bilinen şeyler ise her zaman söylenmez…” Bu bölümün belki de en güzel cümlesi şu: “Rakı da bir ayran da, içmesini bilene.” Geçtiğimiz yıllarda, ayranı “millî içki” ilan edip rakının karşısına koyanları düşündüğümüzde, Manço’nun burada anlattığı “birlik” hadisesinin ne kadar uzağına düştüğümüzü görüyoruz ve uçurumun ne kadar derinleştiğini… Oysa umutlu biter bu şarkı: “Her yeni doğan bebek yeni bir dünya demek / Aç gözünü hoş geldin lahburger bebek / Onlar erdi muradına kerevet bize kaldı / Bu yarışta bayrağı lahburger aldı…”

Sadece bu değil, neredeyse bütün Barış Manço şarkıları umutlu biter. Bilhassa 80’li yıllardan sonra yaptıklarında, uzun hikâyeler anlatır, Manço: “Osman”dan “Ahmet Bey’in Ceketi”ne uzanan bu hikâyeli şarkılar, büyüklere değil, çocuklara da çok şey kattı. Abisi Savaş, Manço’nun, ilk kez yeğeninin düğününde şarkı söylediğini ve o gecenin sonunda, kulağına eğilerek, “Ben şarkılarımı çocuklara söyleyeceğim” dediğini anlatır bir söyleşisinde. Kariyerinin ilk döneminde yaptığı şarkılardan biri, “Fil ile Kurbağa”, belki de ilk örneklerden. Ayrıldığı plak şirketi tarafından izinsiz olarak piyasaya sürülen bu “demo”, kısa sürede toplatıldı ve yazık ki çok insana ulaşamadı. Ancak, ilerleyen yıllarda, çocuklar için pek çok şarkı yaptı Barış Manço.

Geçtiğimiz yıl, BirGün’lük Festival’e gelenler hatırlar: Sahne aralarında çalan şarkıları ben seçmiştim. Ahmet Kaya’dan Cem Karaca’ya uzanan listede, bir ayrıksı şarkı vardı: Luxus sahneyi terk ederken çaldığım “Arkadaşım Eşek”. İlyas istemişti, Gökçe ve Metin’in büyük oğlu. Üç yaşındaydı, en sevdiği şarkıydı ve beni sahnede görünce “çalar mısın?” demişti. Çaldım. Metin, “boş ver” dedi, “burada çalmak yakışık almayabilir.” Tedirgin olmadan çaldım. Her koşulda karşılık bulacağını biliyordum. Yanılmadım: Bütün alan, hep bir ağızdan eşlik etti şarkıya! İlyas gülümsüyordu Sadece o değil, bütün alan çocuktu o anda, hep beraber gülümsüyorduk. Her yaştan, her kesimden, her fikirden binlerce insan, Barış Manço’nun şarkısını söylüyordu: “Kaç yıl oldu saymadım köyden göçeli / Mevsimler geldi geçti görüşmeyeli…”

Sırrı belki de burada: Herkesi birleştiren bir insandı, Barış Manço. Sağcı/solcu ayrımı yoktu dinleyicilerinin arasında. Bir dönem, sahneye kaftanla ve yeniçeri kıyafetleriyle çıktığı için, “sağcı” yakıştırması yapılmıştı. 2004’te söyleşi yaptığım, yakın zamanda kaybettiğimiz, Kurtalan Ekspres’in ağır topu Ohannes Kemer, durumu şöyle anlatıyor: “Konserlerde bombalar falan atılıyordu. Barış tehdit ediliyordu ama öyle bir hikâyesi yoktu. Hatta bir konserde insanları kovdu: ‘Biz sizin için gelmedik, herkes için geldik’ dedi.”

Doğru mudur, bilinmez, Türkiye’de Barış adı taşıyan ilk çocuk olduğunu söylerdi Barış Manço: “Yaptığım araştırmalara göre şu anda Türkiye’de Barış adında benden yaşça büyük birisi daha yok. Savaşın bittiği yıllarda çoğunluk aileler çocuklarına Hakan, Serdar, Muzaffer gibi isimler koymuşlar. Dedem de bana Barış isminin verilmesini istemiş. İsimlerin, insanların karakterine tesir ettiğine inanıyorum.”

1985 yılının sonları olmalı… Erzincan, çoktan uzak bir hatıraya dönüşmüş. İstanbul’da, Açıkhava Tiyatrosu’nda, meşhur şarkıcılarımızın katılımıyla yapılan “Afrika’daki Açlara Yardım Konseri”nin sonunda, katılan bütün sanatçılar bir araya gelerek “We are the World”ün Türkçesi “Biz Dünyayız”ı söylemişti. Yazık ki, bir müsamereden öte geçemedi bu konser. Şarkının, orijinalinin yanına bile yaklaşamadığını söylemeye gerek yok. Yanlış mı hatırlıyorum, diye düşündüm yazarken; aklıma “Fahriye Abla”nın bir dizesi geldi: “Hatırada kalan şey değişmez zamanla…”

Barış Manço, hatıralarımızın en canlı yerinde. Hâlâ. Tıpkı en yakın rakibi, yanyana yürüdüğü dostu Cem Karaca gibi. Haftaya, yine bir Şubat günü aramızdan ayrılan Cem Karaca’dan söz etmek elzem. “Yeni bir dünya”ya olan özlemini dile getiren, bir dönem çok üstüne gittiğimiz, anlamaya çalışmadan yok saydığımız Cem Karaca, tıpkı Barış Manço gibi, şahane bir hikâye antlatıcısı. Şimdi bırakayım, haftaya buradan alır, devam ederim.