Ne yazık ki, geçmişten bu yana sansürün yanında, “saldırı”, “linç”, “yakma, yıkma, yok etme” sanatçıların yaşadığı bir olgu

Eski tas eski hamam

EREN AYSAN

Geçtiğimiz günlerde Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin kundaklanması, ülkemizde yaşanan tiyatro sanatına dönük başka saldırıları da anımsattı bana. Eğer sansür olgusunu da bir saldırı olarak nitelendirirsek, kulağımızı hemen Haldun Taner Usta’ya dayamamız gerekir: “Her devirde sansür, ulusal çıkar adına hareket ettiğini savunmuştur. Ama buna hiçbir zaman kendi de inanmamıştır. Aslında geleneğin, statükonun bekçiliğini sırf emrinde bulunduğu efendilerinin adına yapar. Öyle olmasa her yeni idare ile sansür ölçülerinin değişmesi gerekirdi.” Taner, “Sansür Üzerine” adını taşıyan yazısını kaleme aldığında yıl 1962’ydi. Altmış yıla yakın zaman diliminde insan, ister istemez çağdaşlık ölçütleri içinde birşeylerin değişmesini bekliyor. Nafile! Öte yandan ülkemizde yalnızca “sansür”e yönelik bir yazı Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” oyunundan bu yana örneklemelerle sürdürülse, rahatlıkla bir kaç ciltlik kitap oylumuna ulaşabilir. Bu nedenle yasaklanan yahut sansürlenen oyunlara yer vermek yerine birebir saldırıya uğrayan oyunları sunmak daha anlamlı göründü gözüme.

Ne yazık ki, geçmişten bu yana sansürün yanında, “saldırı”, “linç”, “yakma, yıkma, yok etme” sanatçıların yaşadığı bir olgu. Bunun en somut örneklerinden biri, 1961 yılında “Genç Oyuncular”ın, Erdek’teki festivalde saldırıya uğramalarıdır. Ama öncesinde şuna değinmek gerekir: 50’lerin sonundan itibaren toplumdaki hareketliliğe koşut olarak tiyatro sanatının Anadolu’da yaygınlaşması adına bir takım girişimler yaşanır. Söz konusu atılımın itici gücünü de kentli üniversite öğrencileri üstlenir. Hatta Sevda Şener, “Genç Oyuncuları”nı, “sanatı birkaç büyük ayrıcalıklı kentin kültür zenginliği olmaktan çıkartıp halk kitlelerine ulaştırma yönünde önemli bir adım” olarak nitelendirir. Aralarında Atilla Alpöge, Genco Erkal, Arif Erkin, Mehmet Akan gibi nitelikli tiyatro adamlarının bulunduğu “Genç Oyuncular”, yargılama kararının olduğu 1961’den sonra dağılır. Çünkü Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun tuluat geleneğinden yola çıkarak “Vatandandaşlık Oyunu”nu oynayan tiyatro, saldırıya uğradıkları yetmezmiş gibi bir de soruşturmaya uğrar. Bir yıl kadar sonra, dünya tiyatrosunda eşi benzeri olmayan bir olay daha gerçekleşir: Oraloğlu Tiyatrosu’nda sergilenen “Lady Chatterley’in Aşkı”nın müstehcen olup olmadığının anlaşılması için savcılık tarafından bir üst kurul oluşturulur. Ve eser bu üst kurula oynanıp oyunlarının müstehcen olmadığını kanıtlar. Benzer durum Aristofanes’in üç bin yıl önce yazdığı “Lysitrata”ya uygulanmak istendiğinde bu defa Lale Oraloğlu açlık grevine başlar.

1964 yılına gelindiğinde ise korkunç bir hadise daha yaşanır: Şehir Tiyatroları’nda oynanan Brecht’in “Sezuan’ın İyi İnsanı” saldırıya uğrar. Milletlerarası İcra Komitesi’nin bu konuyla ilgili bildirisi şöyledir: “İstanbul Belediyesi, Tepebaşı Tiyatrosunda, Bertolt Brecht’in 1939 yılında yazdığı eser, başarı ile oynanırken birtakım geri kafalı insanların ilkel topluluklarda bile az görünen bir davranışla ve kişisel, toplumsal uygarlık duygusundan yoksun bir zavallılıkla oyuna karışmaları, bağırıp çağırmaları, oyunculara saldırmaları icra komitemiz tarafından yüz karası bir hareket olarak görülmüştür.” Yıllar yıllar sonra, oyunun kaderini Ayla Algan’la konuştuğumuzda, “Sezuan’ın İyi İnsanı”nın yönetmeni Beklan Algan’ın nasıl darp edildiğini anlatışı hâlâ gözümün önünde.

1967’de Kadıköy İl Tiyatrosu, Aziz Nesin’in kaleme aldığı “Berber Nonoş” oyunun temsili sırasında otuz kadar kişinin saldırısına uğrar. Oyuncular dövülür. Oyunun dekoru da parçalanır.

Bir yıl sonra Aydın Engin tarafından yazılan “Devr-i Süleyman”ın macerası ise uzun solukludur. Yasaklamalara karşı oyununu sergilemek için geri adım atmayan Halk Oyuncuları, Demirel dönemini hicvettikleri oyunlarını kapalı gişe oynar. Hatta oyunculardan Umur Bugay sahneye çıktığında alkış kıyamet gırla gider. Ne var ki oyun önce saldırıya uğrar. Nedense tek bir kişi bile yakalanamaz. Bununla da kalmaz, oyunun sergilendiği “Küçük Opera” binası yakılır. Doksanlı yılların sonunda sevgili Savaş Yurttaş’la, bir gece sohbetinde sahneleri yok edildikten sonra Ankara’ya nasıl taşındıklarını sormuştum. “Önemli olan tiyatro yapmaktı, nerede yaptığımızın önemi yoktu,” sözlerini unutmam mümkün değil!

Halk Oyuncuları, tiyatro tarihimizin bir başka yüz karası olarak nitelendirilebilecek olayı bu defa Tunceli’de yaşar. Erol Toy’un yazdığı “Pir Sultan Abdal” oyununun valilikçe yasaklanmasının ardından oyunu izlemek isteyen seyirci ile güvenlik güçleri karşı karşıya gelir. Bu elim olayda iki kişi ölür. Oyuncular gözaltına alınır.

1970’lerden sonra, yalnızca AST’ın (Ankara Sanat Tiyatrosu) başına gelenler, pek çok oyunlarında her defasında sıkıntı yaşamalarına rağmen tiyatro sanatını yaşatmak adına ayakta durma çabalarını gösterir. Parasal açıdan sarsılmalarına karşın oyun oynama isteklerinden taviz vermemeleri de bu onurlu geçmişin bir parçasıdır. Üstelik Gorki’nin “Ana” oyunundan sonra tiyatro kapısına mühür vurulmasına rağmen.

Bu dönemde pek çok oyunun yasaklı olduğunu, bu nedenle de kaldırıldığını görürüz. Bunlar arasında Peter Weiss’in kaleme aldığı, Can Yücel’in dilimize kazandırdığı “Saloz’un Mavalı” da vardır. 1973 yılında Weiss’e ve kitabın çevirmeni Can Yücel’e dava açılır. İstanbul 2 nolu sıkıyönetim mahkemesinde verilen gerekçeli kararda, “siyah ırka karşı yapılan haksız hareketlerin eleştirildiği, onların sömürüldüğü belirtildiği… Portekiz’de faşist bir idarenin bulunduğunu, ekonominin belirli şahısların elinde olduğunu, işçi, köylü ve emekçinin sömürüldüğünü(…), cemiyetin muhtelif sınırlarının kamunun emniyeti bakımından kin ve adavete tahrik olacağının, bu nedenle kitapta suç unsurunun bulunduğu” belirtilir. Daha sonra yazar da çevirmen de beraat eder. “Salozun Mavalı” oyunu başka oyunların da gördüğü baskıyı bize en iyi anlatandır kuşkusuz.

Takvim yaprakları 1989 yılını gösterdiğinde içimizi acıtan Şan Tiyatrosu yangını yaşanır. Tiyatronun gece bekçisi Niyazi Özlü yaşamını yitirir. İstanbul Elmadağ’da, Surp Agop Ermeni Vakfına ait olan arazide 1953 yılında inşa edilen Şan Salonu, 80’li yıllarda Egemen Bostancı tarafından onarılarak müzikhol haline getirilir ve İstanbul’un kültür sanat hayatının en önemli merkezlerinden birine dönüşür. Yangının gerçekleştiği dönemde ise, Ferhan Şensoy, “Muzır Müzikal” adlı eserini seyirciyle buluşturmaktadır.

Oysa şöyle bir baktığımızda uzun soluklu olduğundan kazanan hep tiyatro sanatı olur. Üstelik İngiliz tiyatro adamı Edward Bond, “tiyatro yoksunluğu şiddeti getirir” der.
Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin kundakçısı gibi elde silah poz vermektense, orada ne olup bittiğine yan gözle de olsa bi bakıverseler !