Demek mesele kökenin nereye dayandığı değil. Kime, neyi reva gördüğümüz çevrelediğimiz yerde. İster ben gibi kaderi bineklik olan; ister sevmelik, süslük olan hayvanlarına neyin reva görüldüğü bir düzen mesele. Hatta, bizde olmayan “politikliğe” sahip hayvanların, evrenin -başta kendi türü gelmek şartıyla- geriye kalanından için nasıl bir hayatı yaşamaya değer bulduğu. Mesele bu işte.

Eşşeğim ben

BURÇAK SEL

Cennetinden geçerim de senin
Eşşeğimi bırakmam eline yine*

Eşeğim ben. Bundan beş bin yıl kadar evvel yeryüzüne soyum düşmüş. Anavatanım babayurdum … diyorlar da banane. Ben hiç gitmedim, görmedim. Bilmem yani. Zaten çoğumuzun zürriyetinin ilk düştüğü yer burası değil mi? Söylemesem de olurdu. Ne keramet varsa arkadaş burada da? Kimi sorsak soruştursak, aynı yerden! Atıydı, katırıydı, bişiyiydi. Gerçi, iki suyun orta yerinden de canlı türemiyorsa, öyle de evrene lanet gelsin! Su varsa her şey var diye boşuna dememişler işte. Her yeri okyanus olsa ne yazar gerçi, ben ilgilenmiyorum. Dedim ya. Bu arada şahit olduğum kadarıyla da en azından bu çevredeki insan evlatlarının kökeni … diye bir yere dayanıyor. Gelen geçen buradan. Ekseriyetle. Öteki diyor ordanım. Beriki diyor ordanım. Yav bizimkilerin merak ettiği yerde iyi kötü bir hayat var. Sulu, sulak yer. Hatta ne ararsan vardır, yaşam namına bence. İyi de burası kupkuru diyorlar yav. Gerine gerine övündükleri yeri, uzaktan gören duyan da bir şey zanneder allasen. Bir dakika… Cennetten kopmuş da buraya düşmüş bir yer olsaydı, kubarmalarında haklı mı olacaklardı bu insanlar yani? Dur o zaman, tuzağa düşmeyelim. Su varsa herşey var demeyelim hatta. Yaşanmışlık varsa her şey var diyelim. Güzel yaşanmışlık varsa, paylaşım varsa paylaşım hele, tadından yenmelere doyulmaz diyelim, tam olsun. Aksi takdirde hayvan türünün-evrim gereği ayağa kalkabilmiş ya da bunu bencileyin becerememiş- ömrü boyu görmeyeceği ya da görse de asla yaşayamayacağı yerleri önemsemesini anlayabileceğim. Ya da “Uzaydan gelsen ne olacaktı sanki kardeşim sen! Aha şurda, tam olarak üzerine bastığın, nefes aldığın yerde nasıl yaşıyorsun? Bana onu söyle bi!” diye söylenemeyeceğim.

Biz ebeden dededen, epeydir buradayız bir de. …’nın tam ortalarında, hepsi birbirinin aynı diye bilinen yerlerinden birindeyiz. Farklı yer görmek için bu orta havzanın azıcık dışına çıkmak yeterliymiş. Rivayete göre ırmak halkasının bir adım ötesini geçmekle dünya epey değişiyormuş falan. Mesela kuzeye doğru az yol gidilse, otun yeşilinden, yaprağın tazesinden geçilmezmiş. Gevişe gevişe çenemiz kas tutarmış. O derece. Suya da kanarmışız. Bilmem ne ayı, “yağmur bırakan ay” olarak en kutsalımız olmaktan da çıkarmış. İkindiler’i bekleyen sahiplerimizin gerilimlerine neye şahit olmazmışız. Öyle diyorlar. Ama banane yine, işte. Yaşam sürdüğüm şu yerde niceyim ben, ona bakarım. Dört kenarlı bir çizgiyi çektikten gayrı biz hayvanlar için her yer birbirinin aynı değil mi? Önemli olan bu çizginin içine nasıl kurulduğun değil mi? Başın okşanıyor mı sevgiden? Dudağının kenarına çiçek iliştiriyorlar mı gülesin diye? Boynuna mavi boncuk taktılar mı, gözlerinden nazarlara gelme diye? Sıpalarını senden çok sevdiler mi? Narincecik isimlerle seslendiler mi onlara? Seni, tüm yaşam şartları binekliği için zorlasa da onların, yanında yürüdüler mi bir kere of demeden? Ben bunlara bakarım bunlara. Yoksa, pırlantalar pul pul olsa dökülse, bizim arazinin yanından akan şu incecik çaydan da hoyrat olsa sırtımıza değen eller, hiç gözümde olmaz. O zaman fakirlik, çektiğim çilenin cilası olur. Kayarım vız vız üzerinde. Ter ter tepinirim hatta üzerinde. Şimdiki gibi, başa gelen her ne ise, gördüğümüz güzellikler karşısında dondurmazdım bir zeminde. Nasıl batardı o zalim fakirlik, bak sen o zaman. Nasıl inadım tutardı da çifteyi geçirirdim gölgelerine bile her birinin şu insan soyunun, çoğunca hiç tam tok olamamış aç karnımla. Bak sen. Ama dedim ya, şu daracık, kus kuru yerde bir güzel el değse tüğümün ucundan, içlerimin yağı eriyor. Kalmıyor zorluk, zulüm.

Elbette karnımın tokluğu, sırtımın pekliği elzem. Yumuşakça bir yatak mühim. Elbette. Evliyalık taslamayacağım. Büyük büyük açmayacağım ağzımı öyle. Kim istemez en iyisini ki hem? Kim layık görmez ipekten, şaldan bir kürtün kendine? Kim istemez alabildiğine geniş bir ahırda ağnanmak, envai türden bitkiyle otlanmak? Söz misal, bu yıllar yılı yaşadığım yerde değil, bir adım öteleri de geçtim, kilometrelerce uzakta, hatta okyanus ötesinde bir diyarda hayata gözlerimi açsam, belki tüm bunların hepsi gerçek olurdu. Altından semerim bile olurdu. Kim bilir. Zengin bir kırsalın, her bucağı dop dolu bir çiftliğinde hayat sürebilirdim ya da. Ye kürküm ye yapabilirdim. Benimkiler gibi yok yoksul olmayan, gürbüz köylülerin olduğu bir ülkede hem de ne doyardım var ya. Sütüm öyle mineralli, vitaminli mi ne, işte o dediklerinden gelirdi ki cam kavanozlara sığdıramazlardı satmak için. Kuyruğumun yağı, soğuk memleketlerin dirsekleri kuruyan halkına merhem diye ağu pahasına satılırdı. Olabilirdi. Doğa desen zaten şahane. O kadar ki, çöplüğünün ismini dünyadaki başka ülkelere verirlerdi tüm posasını üzerine yığsın diye, bu tabiatın. Benim bu garipler kendi ne buluyor ki bana ne versin! Açlıklarından derisi kemiğine yapışacak neredeyse bunların. Bir tutam yeşillik ellerine geçerse ayrana katıp “yok aşı” yaratıyorlar kendilerine katık diye. İki oda evine, horantası anca sığıyor, zaten. Kötüden de bir ahırları var, işte. Sıpalarım altımda uyuyor. Çok yüklenmeyim üzerlerine diye kıçım çıkıyor, gece boyu. Ama yine de olur da bir hoşaf kaynadığında ocakta, anladığıma bakmaksızın veriyorlar önüme. Hiçbir denesini eksiltmeden hem de. Sıpalarımı da ayırmayıp, kardeşçe pay ederek eldeki unu ufağı. Peki şu, çok medenî, ileri, bıdı bıdı ülkesinin sorsan beynelminelliğine inanan insanlarının düzeni, ben yaşamımda dört başı mamur iken, kendi türümün geride kalanlarına başka ülkelerde aynı rahatlığı hak görürler miydi? Öyleyse ben, benden öncekiler ve benim devamım, neden şu sahiplerinin ser sefilliğine, hem de kendimiz maruz kalarak etimize kemiğimize değercesine, şahitlik ediyoruz? Demek mesele kökenin nereye dayandığı falan değil. Kime, neyi reva gördüğümüz çevrelediğimiz yerde. İster ben gibi kaderi bineklik olan, ister sevmelik, süslük olan hayvanlarına neyin reva görüldüğü bir düzen, mesele. Hatta, bizde olmayan idrake sahip hayvanların, evrenin- başta kendi türü gelmek şartıyla- geriye kalanından için nasıl bir hayatı yaşamaya değer bulduğu. Mesele bu işte.

Eşeğim ben. Dünyanın en sıradan yerinde, en sıradan bir eşek hayvanıyım. Az evvel bir daha ömrüm boyu aklımın ucundan geçmeyecek laflar etmiş olabilirim. Öyle çok kelime melime de bilmem ben oysa. Aklım karmaşık şeylere de basmaz. Zaman desen umrum olmaz. Tarihin neresinde sanıtıyoruz diye sorsalar tövbe bilmem. Uygarlık dedikleri de benim için sırtımıza giydirilenlerin değişmesi yalnızca. Onu insanlık düşünsün en ince ayrıntısına değin. Banane bundan da. Ama nefes alıp verdiğim şu yoksuz yerde paylaşmanın nasıl bir şey olduğunu hissedebiliyorum. O kadarına aklım eriyor yani. Birazdan sahibimin küçük oğlan, odun yüklenecek. Kışın hoyratlığından bizim bile toynaklarımız çekiç gibi oldu, şak diye dudağımız yarıldı ortadan. Kendi alacak, ağırını çuvalın. Bana da bir iki çalı çilpi verecektir elbet. Ama başımdan öpmeyi hiçbir seferde ihmal etmediği için ben pamuk taşıyor gibi çıkacağım yokuş yukarı.

*Yazıyı kaleme alırken dilimden dökülenler oldu.