Senden sonra her şey kötü oldu. Kara lastiklerine, tek altın dişine, kalın camlı gözlüğüne, toprak rengi hırkana bakıp ne çok ağlamıştık kardeşimle senden sonra. Ne olur azıcık daha kalsaydın

Eteğinde dünyanın

SİBEL ÖZ

Hiç yitirmedik kendimizi, hiç başkası olmaya çalışmadık. Ama kendimiz gibi olmamıza da izin vermediler be Karafiti. Ne yaptık, ne ettikse olmadı, bizi olduğumuz gibi kabul etmediler.

Kardeşimle eteğine tutunup, birkaç sokaktan ibaret olan mahalleyi, o koca dünyayı keşfe çıktığımız yıllardan siyah beyaz kareler kalmış aklımda. Şimdi yerinde çirkin apartmanların olduğu ulu bir ceviz ağacıyla son bulan çayırda, seninle mantar topladığımız, ebegümeci, karahindiba, ısırgan otu derdiğimiz, yaşıtın kadınlarla ucu bilmem nerelere uzanan mırıl mırıl eşik sohbetlerine oturduğumuz günler. Bahçe içindeki küçük bir evde sen, amcam, yengem, halam, annem, babam ve kardeşimle yaşadığımız, her şeyin ‘çok’ ve kalabalık olduğu yıllar. Kuşağından çıkardığın şekerler gibi tatlı, ağızda eriyen ama tadı damakta kalan anılar. Her şeyle dost olunabilineceğini öğretendin sen; Kezban kadın. Peygamber böceklerinin kırmızı siyah sırtları, uğur böceklerinin yüzlercesinin tutunduğu kokulu otlar, geceleri peşlerinden koştuğumuz ateş böcekleri... Hepiniz nereye gittiniz? Sahi nereye gittin sen babaanne? Altı yaşımın tüm sevinçlerini alıp… Sanki azıcık daha yaşasaydın, başka biri olurdum. Senden sonra her şey kötü oldu. Kara lastiklerine, tek altın dişine, kalın camlı gözlüğüne, toprak rengi hırkana bakıp ne çok ağlamıştık kardeşimle senden sonra. Ne olur azıcık daha kalsaydın. Kandilli’de Sevda Tepesi’ndeki mezarının önünden her geçtiğimde, elham değilse de, okuyorum içimden bir şeyler. O tepeyi Kral Abdullah’a satmışlar biliyor musun Karafiti? Sen bize hiç küfür öğretmedin. Ama en güzellerini öğretti hayat. Sen beddua ederdin, bense küfür ediyorum.
Şükriye’nin oğlu iyice meczup olmuş, insan içine de çıkmıyor artık.

Yazık, nazar değdi çocuğa. Kim derdi ki…

Yaşıtları evlendi, barklandı, çoluk çocuğa karıştı.

Bakın, bakın. O soyan, kınayan, delen çivi bakışlarınızla iyice bakın. İçimdekini görebilecek misiniz? Sizinkiler okudu, evlendi barklandı da, başları göğe erdi, bir ben yapamadım, olamadım, sürüye karışamadım. Lanet olasıca ‘saadet zinciri’nize bir ben katılamadım, bıraktım ellerinizi de düştüm boşluğa. Üç kulhuvallah, bir elhamı okuyun önünüzden her geçişimde dudaklarınız kıpır kıpır. Çocuklarınız bana benzemesin diye yalvarın yakarın, korkun benden, çekinin. Yine de çekmeyin o akbaba gözlerinizi sırtımdan, yüzümden, ruhumdan. Bensiz yapamazsınız, benim gibiler olmayınca, şükredemezsiniz acınası halinize. Ben sustukça çoğaltamazsınız lağım çukuru dedikodularınızı. ‘Evlerden ırak’ bir şenliği seyretmenin tam sırası diye dürtemezsiniz birbirinizi. Ben lazımım size.

Sığınağımdayım. Güvercinlerin gurultuları sarmış çatı katını. Konyalı taklacı şimdi dört dönüyordur yem sevdasına. İşte buradayım, geldim. Makbule, bacanın üzerine iyice yerleşmiş kalmış. Diğerlerini oradan izleyecek illa ki. Hepsi doyduktan sonra gelecek, kırıntılara talim edecek. Yaşlandı iyice, değişik huylar edindi kendince. Kış yaz o bacanın üstünde. Sultan, dönek cinsi derler, bir Denizli güvercini. Dönek ne kötü kelime. Dönmez yolundan benim kızım. Havada uçarken yere doğru kendi etrafında döne döne indiği için dönek derler, cinsi böyledir. Bembeyaz bir kar küresi, pamuktan saçaklı bir top zannedersin havada, öyle hızlı, düşercesine iner. Belki her seferinde intihara kalkışır da, tam nazik başı değecekken betona vazgeçer, öyle bir düşmektir onunki. Yiyin bakalım, doya doya yiyin. Ama eksiksiniz siz. Taklacılar ne zaman havalandı da gelmedi? Nerede ayna? Bir pırıltı göndeririz şimdi onlara, her neredeyseler dönüp gelirler. Pırıltı… Pırıltı… Çocukluk işte. Pırıltı diye bir şey var mı ki? Göz yanılsaması. Her şey donuk ve katı biçimde kendi renginde, hacminde oysa. Pırıltı dediğin bir düş. Bir tek kuşlar kanar, bir de çocuklar… Ha kediler de kanar. Lazer ışıkla saatlerce oynatırsın kediyi. Yorulur, en sonunda çatlar, durmaksızın hareket eden ışığı yakalamaya çalışmaktan bitap düşer. Bu üç tür –yani kuşlar, çocuklar ve kediler- arasında bir bağ olsa gerek. Böyle düşününce delileri de katmak gerek içlerine. ‘Büyükler’in o haşmetli dünyasından bir tek deliler katılabilir onlara. Kediler kuşları, çocuklar kedileri, tüm hepsi delileri kovalar. Ben deli miyim? Keşke geçebilseydim o sınırı.
Aysel abla geldi. Alt kattan sesi geliyor. Annemle ahlaya, oflaya dertleşirler yine. Gözler ıslanır, burunlar çekilir, sonra kahvelerden fal da bakıldı mı, ‘Allah’tan ümit kesilmez’lerle nihayetlenir bugünkü randevu. Aysel ablanın cüzdanında vesikalık resmim. Kör topal yetim kaç kıza gösterildi mahallede de, onlar bile istemedi anlaşılan. Vesikalık hala cüzdanda.

Konuşmalarını duyuyorum, insan sustukça kulakları keskinleşiyor galiba. Evlenseymişim hayırlısıyla, döl döş sahibi olsaymışım, ben de normalleşir insan içine karışırmışım. Evlilikte keramet varmış. Sonra annem nereye kadar başımı bekleyecekmiş. Maazallah yarın öbür gün annemin nefesi bittiğinde, halim nice olurmuş. Allahtan kız kardeşim okuyup evlenmiş de, Almanya’da gül gibi hayat sürüyormuş. Rahmetli babacığım iyi ki bugünleri görmemiş, yoksa gözleri açık gidermiş. Gaziosmanpaşa’daki hocanın eteğine yüz sürmeler de fayda etmemiş, dünyanın parası gitmiş, ne fayda. Başka bir hoca daha varmış Sarıgazi’de, şifa dağıtırmış… Ha bir de güvercin meselesi var.

-Gün geçtikçe çoğalıyorlar. Evin içinde bir koku. Her taraf pislik. Lanet olasıcalara taktı senelerdir. Varsa yoksa kuşları! Onlarla konuşur, söyleşir, yer içer, onlarla yatar kalkar. Kız, atsam mı kuşları ne yapsam? Şeytan diyor, hepsinden kurtul, bu da ne yapıyorsa yapsın!

- Deli olma Şükriye! Ya çeker giderse oğlan, onların peşinden? O zaman ne edeceksin?

- Gitmez, nereye gidecek?

Annem çözmüş.

Gidemem. Gitmek, kendini bırakmış, hayatı boş vermiş insanın yapacağı şey değil. Gitmek bile bir umudu olmakla alakalı. Bir karar almakla, yeni bir şeye başlamakla. Bende hiçbiri yok. Babaannem yiğit kadındı, bunların hiçbirine benzemezdi. Gitti o. Kardeşim de gitti. Babam da. Ben kaldım. Gidecek yer var mı ki? Bir zamanlar kuşlar gibi hevesliydim ben de uçmaya. O sene üniversiteyi kazanmıştım.

- Ne olduysa o sene oldu. Anarşikler kandırdı çocuğumu. Takdirle teşekkürle geçen çocuk, o sene bütünlemeye kaldı. Ergenliktir şudur budur dedik, üstüne gitmedik.

- Üstüne gitsen ne olacak bacım, akacak kan damarda durmaz derler.

- Bizim rahmetliye dedim o zaman. Boş bırakmayalım, gidelim, araştıralım, arkadaşlarıyla tanışalım. Takip edelim çocuğumuzu. ‘Hanım, akıllı çocuktur o’ dediydi. Ne oldu bak, oğlan o işlerden sonra kafayı yedi. Okuyup mimar, mühendis olacak derken, kuşçu oldu. Herkes çocuğuna örnek gösterirdi bizimkini. Öyle başarılı bir çocuktu. Nazar değdi biliyorum ben.

- Zaten böyle başarılı çocukları seçerlermiş, salaklarla ne işleri olacak. Aklı fazla geldi, çok okudu, çok okuyana da iyi gözle bakmazlar Şükriye.

Aysel abla çözmüş. Çok okudum, iyi gözle bakmadılar, hapse attılar. Üç ay, fazla değil. Sonra saldılar, sonra yerim yurdum karıştı. Sonra… Venedik’te San Marco meydanı güvercin doluymuş. Gitsem, bir daha dönmesem.